Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

4- Kırklar’ın Cemi’nde -1


Kırklar’ın Cemi’nde -1

Şamancı Inanış ve Sufilik Arasında XIII. Yüzyılda Bektaşiliğin Kurucu Adı: Hacı Bektaş
Her şeyden önce, ele almam için verilen başlığı düzelmem gerekiyor.

“Şamancılık ve Sufilik arasında” söylemi doğrudur; fakat Hacı Bektaş, Bektaşiliğin ve onun günümüzede Alevilik adı verilen, Anadolu’daki biçimlenişinin kurucusu değil; Anadolu kökenli ve düzenli bir dervişler tarikatı olan, özelikle Trakya’da, Balkanlar’da ve Arnavutluk’ta yayılmış bulunan Bektaşiliğin yanlızca esin kaynağıdır: Bektaşilik de, Alevilik de, XIII. Yüzyılda yaşamış bir halk ermişi olan Hacı Bektaş Veli’ye dayanmaktadır.

 

Yakın zamanlara kadar, Bektaşilikten ve Bektaşi tarikatından daha çok söz edilmekteydi. Ancak, Osmanlı Imparatorluğu Avrupa’daki topraklarını yetirince, Bektaşiler, Anadolu’da kalmış olan Aleviler karşısındaki üstünlüklerini yetirdiler. Aleviler ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Atatürk’ün ülkeyi laikleştirmesiyle bir yükseliş yaşadılar.

Göçer topluluklar olusturdukları, Anadolu bozkırlarında ve köylerinde yüzyıllarca dışlanarak yaşayan Aleviler, bu dönemden başlayarak, genç kuşağın eğitim gördüğü kentlere yerleşmek üzere, köylerini bırakmak göçe başladılar.

Birçoğu da, maddi koşullarını daha iyiye götürme amacıyla, Avrupa’ya doğru göç dalgaları içine katıldılar; ki dinsel törenleriyle birlikte, bugün kendilerinden söz edeceğimiz, bunlardır.

Gelelim, onların saygı ile bağlı oldukları Hacı Bektaş, 13. yüzyılda, Moğol akınının önünden kaçarak Anadolu’ya gelmiş bir dervişti. Bektaşi tarikatına adı verildi ve Şamancılıkla halk sufiliği arasında bir yaklaşma noktası olarak görünebildi.

Hacı Bektaş, Türk halk Islamlığı için örnek kişilik oldu. buna rağmen, yaşamı üzerine yazılmış “menakıbname”lerde çoğu kez, bu dünyayla gökyüzündeki ve yeraltındaki ruh dünyaları arasında bağlantı kuran, kerametlerde bulunan, bilici ve büyücü Şaman çizgileri ile yer almadadır.

Onunla ilgisi dolaysıyla ele alacağımız sufiliğe gelince: burada, Mevlana Celaleddin Rumi ve “sema-zen dervişler” (dönen dervişler) için olduğu gibi, kentlerin medrese kökenli bilgince sufiliği değil; Şamancı kalıntılarla birlikte, Türk halklarının yüz yüze geldikleri Budacılık Nesturi Hıristiyanlık, bir ara Uygur Türk Devleti’nin resmi dini olan Maniheizm gibi değişik inançları da içinde barındıra gelen bir halk sufiliği söz konusudur.

Daha sonra, halk Islamlığı, başka toluluklardan alınan öbür ögeleri de özümsedi: Bektaşiler Balkanlar’da, “bogomil” ya da Hıristiyan yönelişleri benimsediler. Buna karşılık Alevilerin, Iranlı, Kürt ve benzeri topluluklarla yan yana ve çoğu kez iç içe yaşadıkları Doğu Anadolu’da, Kürtler, Ehl-i Hakk’lar ve Yezidilerce benimsenmiş inançlardan gelme öğeler, ayrıca, “Bogomil”, “Tondrakit”, daha Batı’da “Kathar” ve başkaları olmak üzere “Pauliciaism” kökenli “dualist” (iki Tanrı inanışlı) sapmalar görülür.

Bu sebepledir ki, Türk halk Islamlığı, bir din ve kültür “senkretizm”i olarak tanımlanabileceklerdir.

Hacı Bektaş, Anadolu’ya, Moğol akınından kaçan göç dalgaları ile birlikte 1230’lu yıllarda, muhtemel olarak Mâverâünnehir’de ülkeleri Çingiz Han tarafından ele geçirilen Hârezmlilerin ardı sıra geldi. bugün bildiğimiz, Iran illeri kavramının sıraladığı anlamla değil, Ortaçağ’daki “güneşin doğduğu ülke” anlamıyla, Horasan’dan gelmişti. Deyim, Iran’ın doğusundaki bölgeleri, özelikle, Hârezm torakları, Mâverâünnehir’i anlatmak için kullanıyordu.

1239-1240’a doğru, Hacı Bektaş –o sırada hacı değildi- kendisini, , yönetim merkezi Konya’da bulunan Rum Selçuklu Imparatorluğu’nun karşısında, Babai halk ayaklanışının içinde buldu. Ayaklanmanın gücü karşısında Selçuklu Sultanı ücretli Frank askerlerini çağırmak zorunda kaldı. Bunlardan birinin, Simon de Saint-Quinten’ın yazdıkları bugün elimizde bulunuyor.

Hacı Bektaş, ayaklanmayı sona erdiren kıyımdan kurtulanlardan biriydi. Birkaç yıl ortadan kayboluştan sonra Kapadokya’nın küçük bir köyünde, bir münzevi yaşamı gördüğü Soluca Karaöyük’te –bugünkü Hacıbektaş’ta- yeniden ortaya çıktı. Adıyla anılan tarikat, anlatıya göre 1271 yılında, kendisinin altmış üç yaşında ölümünden sonra kurulmuştur.

İlk Osmanlı sultanlarıyla aynı çevreden –oğuz Türkmen boylarından- gelen çok sayıda Bektaşi derviş, Osmanlıların yanında, Trakya ve Balkanlar’ın fethine katıldı. Bu dervişler inanç için savaşta öne geçtiler, fatihler, Gazi’ler oldular. Fetihlerle topraklar kazandılar. Kılıç hakkı saydıkları bu yerlere zaviyeler, tekkeler kurdular. Göçer yaşamlarını bırakarak yerleşikleştiler ve düzenli bir tarikat yaşamı oluşturdular. Kazanılan topraklarda, kolonileştirici dervişler oldular.

Balkan halklarının inanç değiştirmelerinde, bu Bektaşiler etken oldu. bölgedeki Müslüman nüfus, çoğunlukla Bektaşiliğe bağlıdır. Bektaşilik, özelikle XIX. Yüzyılda, bu tarikat inanışını resmi din olarak yerleştirmeyi amaçlayan bir akımın da geliştiği Arnavutluk’ta –bu akım II. Abdülhamid tarafından şiddetle bastırıldı-, dikkati çekmektedir.

Anadolu’da kalmış olan ve günümüzde “Alevi” adı verilen Bektaşilere gelince, onlara verilen bu adın, ancak bir yüzyılı kapsayan yakın bir dönemi anlattığını hemen söylemeliyim. Sözcük gerçi hep vardır; fakat “Alisoyundan gelme” anlamındandır ve Iran’daki kullanımı hep bu anlamda olmuştur.

Aleviler, Osmanlı belgelerinde, Rafızi “ayrılıkçı”, mülhid “Tanrısız”, zındık “inançsız” gibi dışlayıcı söylemlerle anılmaktadırlar.

 

Özelikle de XVI. yüzyılda kırmızı bir serpuşla ayırıcı baş örtüşleri dolayısıyla ilk Safevilerin taraftarlarına verilmiş olan adla, onlara kızılbaş denmiştir. Kızılbaş’lar, Osmanlılara karşı Safevileri, yani Türklere karşı Iranlıları desteklemişlerdi. Ancak XIX. Yüzyıldadır ki, kendileri için insan suretinde tanrısallığı simgeleyen Ali’ye derin saygıyla bağlılıkları dolayısıyla, Alevi adı, Kızılbaş sözcüğünün yerini aldı.

Göçer ve ayrı-göçer kökenleri dolayısıyla, Alevilerin görenekleri kentlilerinkinden farklıydı. Köylerinde cami bulunmuyordu ve dinin dış biçimlenişlerine uymuyorlardı: beş vakit namazı kılmıyor, ramazanlarda oruç tutmuyor ve esritici içki yasağına uymuyorlardı. Kadınları kapatmaya gerek duymuyor ve toplantılarda erkeklerle yan yana duruyordu. Genel olarak tek evli idiler. Bundan dolayı da resmi Islam’a uyan Sünni inançlılarca dışlanmaktaydılar.

Çizgi dışı kalmaları ve dışlanmaları onlarda sürekli bir eziklik yarattığı için, baskıdan uzak olma amacıyla Aleviler, inançlarını issız yörelerde, geceleri ve gizli olarak yaşıyorlardı. Bu da Türkiye’de günümüzde de ortalarda dolaşan, gece alemleri gibi, karalayıcı ve yaşamı güçleştirici birtakım söylentilerin doğmasına yol açıyordu.

Yakın bir geçmişe kadar, Alevilerin bir toplantısına katılmak çok güçtü; her şey gizlilik içindeydi ve Aleviler inançlarından söz edilmesinden hoşlanmıyorlardı.

Günümüzde birçok şey değişti. Aleviler saklılık alışkanlıklarını koruyor ve inançlarını dışa varmaktan hoşlanmıyor olsalar da, resmi bir baskıyla karşılaşmadıkları için, artık kimliklerini gizleme gereğini duymuyorlar.

Aleviler, atalar geleneğine bağlı ve kökleri boy göreneklerine uzanan bir yaşam tarzına dayalı sosyal bir olgu olmakla birlikte, bir din değildir.

İnanç yönüyle Alevilik, kendisinden ayırmadığımız Bektaşilik gibi, bir halk sufiliğidir. Sufilik, Islam’ın batıni biçimidir ve aynı zamanda, resmi inancın katılığına ve “nas”laştırılışına karşı da bir tepkidir. Sufilik, dinin, halk kitlelerinin duyarlığına ve hayellerine uygun biçimde algılanışına izin vermededir. Anlatılara ve söylencelere dayanan batıni biçimiyle Islam, ata gelenek ve göreneklerini ağır bastığı boy yaşamı içinde, daha kolayca özümseniyordu.

Alevi inanışı, yeniden-bedenleşme ile birlikte Tanrı’nın insan suretinde tecelli ettiği inancına dayanmaktadır. Tanrı, insan suretiyle tecelli edişinde, Ali adını almadadır.

Fakat unutmayalım ki, Alevilik halk sufiliği, şamancı öğelerin, Islam öncesi Iran çift-tanrılığının  (dualisme) ve “gnostisizm”in de içinde yer aldığı bir dinler karışımıdır da. Ayrıca –ve hatta özellikle-, kendileri On Iki Imam’a bağlı oldukları söylüyor olsalar da, Ismaili’lerinkini andıran güçlü bir aşırı Şii etki de görülmemektedir. Bu sonuncu etki, XVI. yüzyılda, ateşli taraftarları ilk Safeviler döneminde belirginleşir. Başarılarını borçlu bulunduğu müridlerince, genç Şah Ismail tanrılaştırılmış ve Ali’nin yeniden bedenleşmesi olarak görülmek istenmiştir.

Birazdan Ayin-i Cem, “Birlik Ayini”, aynı zamanda Kırklar Meclisi de denen bir Alevi töreniyle karşilaşacaksınız. Bu, öte-dünyada, zaman dışı bir evrende geçmekte olan bir olayın yansılanışıdır. Törenin erkanı, Safeviler döneminde, muhtemel olarak Şah Ismail zamanında kurallaşmıştı.

Erkan birkaç bölümden oluşmadadır. Öğreti açısından ağırlıklı olan bölüm, Ali adının ayrılmaz biçimde Tanrı adının söylenişiyle kaynaştığı tevhid (Tanrı’nın birliğinin söylemi) bölümüdür. Ali “Şah” sözcüğünde belirmededir. Şah Ismail döneminde bu, ruhani olan Şah ile ölümlü Şah arasında, istenen bir karışmaya yol açmadaydı.

Ardından, Peygamber’in Mirac olayının anlatımı gelir. Bu yolculukta, Peygamber, “Kırkların Cemi”ne ulaşır. Kırklar’ın Ali’den başkası olmayan başkaları onu karşilar. Ancak söz konusu, ezel niteliği içinde Ali’dir ve Peygamber onu bu niteliği ile tanıyamaz. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Ali, “Biz Kırklar’ız ve Kırkımız Bir’iz” der. Sözlerinin kanıtı olarak parmağını keser ve o anda bütün Kırklar’ın parmağı kanar. Peygamber, fakat siz otuz dokuz kişisiniz der. Kendisine “Birimiz rızık toplamaya gitti” denir ve kanayan bir el belirir. Bu, o sırada bac toplamaya gitmiş olan, Ortaçag meslek loncalarının Pir’i, Selman’ı Farisi’nin elidir. Bölüm, Ortaçağ Türkiye’sinde büyük ağırlığı olan meslek loncalarından, Ahi törenlerinden esinlenmiştir.

Selman, sadaka toplama görevinden bir tek üzümle döner. Peygamber bu taneyi sıkacak ve Kırklar’ın hepsini esritecek kadar şerbet çıkaracaktır. Bu şerbetten kendisi de içerek esriyen Peygamber sema’a kalkar. Türbanı çözülür düşer ve kırk parçaya bölünür. Kırklar’ın her biri bir parçasını kuşanır, hep birden Muhammed-Ali aşkına dönmeye başlarlar.

Törenin bu anında, semah’da yer almak isteyen erkeklerle birlikte kadınlar da kalkar ve dönmeye başlarlar.

Dua biçimini almış, kuralları belirlenmiş bir tören dansı söz konusudur. Mevlevi’lerin, yıldızların güneşin çevresindeki dönüşlerini simgeleyen sema’larından farklı olarak, Alevilerin semah’ı turna’nın uçuşunun yansılanmasıdır. Turna, Asya’nın büyük bir kesiminde, Uzak Doğu’da olduğu kadar Orta Asya’da da kutsal tanınan bir kuştur: göçer toplulukların, aynı zamanda ebedi yaşamın ve ebedi dönüşün simgesidir.

Semah’tan sonra tören, Kerbela Olayı’nın, Imam Hüseyin’nın ve onun susuzlukla can vermiş olan yoldaşlarının şehadetlerinin anılışıyla sona erer: Su getirilir, şehitler aşkına herkes bir yudum içer. Deyişler okunur; tören, bu katıksız Şii anışla son bulur.

Yargıyı siz verin....
Birazdan görecekleriniz, Mevlevi dervişlerin (dönen dervişlerin) sema’hı ile karşılaştırabileceğiniz bir tören değildir. Bu, Iranlı esinlenişlerin bilgin sufiliği olmadığı gibi, Müslüman kültürün hiçbir yabancı öğe alınmamış bir ürünü de değildir. Bir halk dindarlığının belirtisi, kalbin bir çığlığı, işlenmemiş bir taş örneğidir.

Islamlığın Kıyısında Bir Islam: Alevilik
Osmanlı Imparatorluğu’nun, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi inanç biçimi Sünniliğe tepkiler içermesi dolayısıyla Alevilik yüzyıllar boyu saklı yaşadı. Günümüzde, Müslüman tutuculuğa karşı çıkış aracı olarak belirişiyle öne çıkarılmaktadır.

Yüzyılların yok edemediği, içkili alemler benzeri karaçalıcı söylentilerle hep süre gelmiş bulunan Türkiye’de, olgu bugün de çok iyi bilinmediğinden, Avrupalı basından yayıncılar gurbetçi işçilerle yüzeyde ilişkilerin ya da Anadolu’da kısa süreli gezi anılarının sonucu, az ya da çok hayal karışmış bilgiler sunmaktadırlar.

Gerçeği söylemenin vakti gelmiş bulunuyor.
Otuz yıl kadar önce, Aleviler sorunuyla ilgilenmeye başladığım sıralarda, bir “cem”e katılmak zordu. Törenler gizlilik içinde tenha yerlerde ve geceleri yapılıyordu. Aleviler inançlarından söz edilmesinden hoşlanmıyor, bunu kıskançlıkla saklı tutuyorlardı.

Günümüzde çok şey değişti. Aleviler, gizlilik alışkanlıklarını koruyor ve inançlarının gizemliğini açma isteğini pek duymuyor olsalar da, artık baskı görmedikleri için, kendilerini gizleme gereği de duymuyorlar. Fakat sessizlik, kırktan çok kurbanla, canice bir yangına dönüşen bir bağnazlık ateşinin yol açtığı Sivas’taki Temmuz 1993 olaylarının gösterdiği gibi, yüzeydedir.

Türkiye Alevileri ile ilgilenen araştırmacıları bekleyen ilk tuzak, onları, Nusayri adının yerini “Alevi” sözcüğünün aldığı Suriye’deki topluluklarla karıştırmaktır..... Aleviler ve Aleviler, -yeniden bedenleşme ve ruhun geri dönüşleri, “devir”, inanışları gibi –uç- Şiilikten gelme bazı ortak çizgiler barındırıyor olsalar da, dinsel yapıları gibi iki zümrenin kökenleri de birbirinden ayrıdır.

Türkiye’de Alevi deyimi, oldukça yenidir; XIX. Yüzyıldan önceki arşiv belgelerinde bu sözcüğe rastlanmaz. Daha önceleri bu zumrelerin özel bir adı bulunmaktadır.; onlara Rafızındık denmededir. İlk Safevilerin kırmızı serpuşlu taraftarlarına verilen tarihi Kızılbaş adı ile de anılmışlardır. Daha sonra, dışlayıcı bir içerikle “ayrılıkçı asi” anlamını yüklenen Kızılbaş sözcüğü yerini, bu topluluklarca, Tanrı’nın insansuretinde tecellesini simgeleyen Ali’nin yüceltilişi dolaysıyla, Alevi’ye bıraktı. Ancak, Kızılbaş deyimine yüklenen dışlayıcı anlam, Alevi sözcüğüne taşınmakta gecikmedi.

Tarih açısından Aleviler, Trakya ve Balkanlar’daki Osmanlı illerine sağlam kökler salmış bulunan ve düzenli bir derviş tarikatı oluşturmaları dolayısıyla biraz daha iyi bildiğimiz Bektaşilerle birleşirler. Bektaşiler de, Aleviler de ortak bir galk velisine bağlıdırlar. Osmanlı Imparatorluğu Balkan illerini kaybedince, Bektaşiler, Anadolu’da kalmış olan Aleviler lehine üstünlüklerini yetirdiler.

Bektaşiler ve Aleviler, aynı kökenden; her ikisi de, Anadolu’ya yeni yerleşmiş, Selçuklu ve daha sonra Osmanlı kent merkezlerinde öğretilmekte olan  inançları henüz özümsememiş göçer Türkmenlerin yaşattıkları bir halk inanışı biçimlenişinden gelmektedirler.

Bu, göçer boylarla yaşanan inanç biçimi, “Islamlaşmış Şamancılık” olarak nitelendirilebilir. Söz konusu inanç biçimi, yakınlarda yitirdiğimiz Rus halkbilimcisi Vladimir Basilov’un geniş olarak ele aldığı Orta Asya’da bugüne kadar gelmiş bulunuyor. İslam’la ilişkisi içinde Alevi inanış, resmi olarak Hristiyan olan, fakat eski inançlarının bütün özünü koruyan Amerika yerlerinin Hıristiyanlığıyla karşılaştırılabilecektir.

Bektaşiler, yüryıllar içinde, düzenli bir tarikat oluşturarak yerleşikleşirlerken, Aleviler ata gelenek ve göreneklerine bağlı ve eğitimsiz kaldılar.

 

Göçer kökenli Alevi görenekler, kentli yaşam biçiminden farklıdı. Camileri yoktu; beş vakit namaz kılmıyor, ramazan oruçlarını tutmuyor, sarhoş edici içkiyasağına uymuyorlardı. Kadınları kapanmıyor, toplantılarda erkeklerle yan yana bulunabiliyorlardı. Ve genel olarak tek eşliydiler.

 

Bütün bu sebeplerle, Aleviler, resmi Islam’ı benimseyenler, Hanefi Sünni’lerce horlanmadaydılar. Çizgi-dışlıkları, dışlanmış olmaları onlara sürekli bir ezilmişlik duygusu vermişti.... Baskılardan korunmak için gizlenmek zorunda kalan Aleviler inançlarını saklı ve uzak yerlerde, geceleri yaşıyorlardı.

Alevi törenlerine katılabilmek için aynı halk kökeninden gelmiş olunmalıdır. Alevi olmak için –Bektaşilerde söz konusu olmayan- Alevi doğmuş olmak gerekmektedir. Ayrıca, batıni bilince ulaştırıcı bazı sınamalardan da geçmek gerekir.

Törenler, mecazlı bir anlamın işaretleridirler: Öte-alemde, zamanın ötesindeki gizler yeryüzünde yenidene canlandırılmaktadır.

Bektaşi-Alevilerin inançları, iç içe geçmiş ve tam bir düğüm biçiminde kenetlenmiş, fakat birbiriyle ilgisiz öğelerin oluşturduğu bir inançlar-karışımı (syncétisme) görünümündedir.

Önce eski Türkmen boylarının Islamlaşmış Şamancılığını ayırt edebiliyoruz. Halkın dinsel inanışının çekirdeğini oluşturan bu Islamlaşmış Şamancılıkta, farklı öğeler birbirine karışmış bulunuyor: başta, XIV. Yüzyılda fütüvvet adı da verilen ve Şii bir eğilim içeren Ortaçag meslek loncaları, ahiliğin etkileri görülmededir. Daha sonra, XV. Yüzyılda, Türklerin Mansur el-Halac’ı, Seyyid Nesimi ile, insan biçimlenişli (anthropomorphique) ve Tevratbyorumları kökenli (cabalistique) öğreti, Hurufilik belirir. Buna, yüzyılın başlangıcında, izi hiç silinmeyecek olan, ilk Safevilerin taraftarları Kızılbaş’ların cemaat-dışı (hétérodoxe) Şiiliği katılır.

Dinsel gelenek (özelikle yerel geleneklere, onları özümseyerek uyum sağlıyabilme gibi), Bektaşi-Alevilikte bütün çizgilerini bulduğumuz bilinç-birikimi (gnose, irfan) bağlamında ve batıni içerikte yorumlanmaktadır. Temel inanç, yenidene bedenleşme (réincarnation) ve Tanrı’nın insan suretinde belirişi (tecelli) inanışıdır.

Temelde karmaşık olan bu inanç-karışımına, yörelere göre değişik yerel etkiler de katılmış bulunmaktadır: Balkanlar’da Hıristiyan, Anadulu’nun doğusunda Iranlı ve Kürt etkileri gibi.

Farklı toplulukların bir arada yaşadığı Doğu Anadolu’da ise en uzlaşmış öğelere bir arada rastlanır: Özelikle de –gerek bir ara Uygur Türkleri’nin resmi dini olan Maniheizm’e dayanıyor olsun; gerek daha da olabilir görünen, balkanlar’da Bogomil’ler, Doğu Anadolu’da (XIX. Yüzyılın başlarında hâlâ yaşıyor olan ve yüzyılın içinde Fred Conybeare’in The Key of Truth, “Gerçeğin Anahtarı”, adlı eserinde inançlarını incelediği Thondrakit’ler gibi, Balkanlar’da ve Anadolu’da çeşitli adlar altında sürekli var olan), “Paulicianisme”den çıkmış inançlara dayanıyor olsun- Mani inancı (manichéen) kalıntılara.

Bu kalıntılara birkaç örnek verelim:
Başta, Bektaşilerin temel ilkeleri olan üç yasak: Eline, diline ve beline uyarısı.

Bektaşilik yoluna girmek isteyen “talib”, eline, diline, beline sahip olmakla yükümlüdür. Bu, Alevilerin de ahlak ilkelerinin temelidir.

Bu üç yasak, Maniheizm’in temel kuralı olan ve St. Augustin’in tartıştığı Üç Mühür’le Karşılaştırılabilir: Bu Üçü, Orta Asya’da “Mani” inançlı Türklerin üç ilkesi –üç tamga-, olmuştur.

Alevilerde, kökeni Anadolu’da olabilecek, başka Mani inançlı öğeler de görülüyor: “Dünyanın Yaratılışı” üzerine, Kürtlerin bulunduğu yörelerde Yezidi ve Ehl-i Hakk’larda da aynı şekilde rastlanan anlatı gibi.

Yaratılış öyküsün’de (Yezidiler ve Ehl-i Hakk’larda olduğu kadar Alevilerde de), yaratılış öncesi boşluğa, kargaşaya düşmüş ve Tanrısal özünden uzaklaşmış ilk kişi’nin, Cebrail’in yaratılışına gönderme bulunmaktadır.

Kargaşa ortasında ne yapacağını şasımış olarak uçan Cebrail, birden “Sen kimsin, ben kimim?” diye bir ses duyar. Bilgisi yetmediğinden soruyu yanıtlayamaz. Sonunda, üçüncü defa, “Mihrab-ı hafâ”dan (gizlilik katından) bir ses, sorunun yanıtını söyler: “Sen Yaradan’sın, ben yaradılan!” Cebrail bu sözleri söyler söylemez, kendisini saran ve bilgisizliğin rengi olan karanlıktan sıyrılır ve ışığın rengi olan kızıl renge bürünür.

Böylece kendimizi Mani kökenli (manichéen) ve “gnostique” (kişisel biliş yönelimli) bir bağlam içinde buluyoruz. İlk yaratılan Kişi’nin kendisini bilinçsizleştiren madde evrenine düşüşü ve onu uyararak tanrısal özünü anımsatan kurtarıcının (dost, rehber) sesi.

Törenlerinde ezgiler ve semah yoluyla bu yaratılış öyküsünü anlatıyor olsalar da Aleviler, Mani inaçlı kökenin pek farkında değillerdir. Buna karşılık Kızılbaşlık Şiiliğin yönlendirici varlığı her zaman duyulur: Mesela, “bismi’illah” yerine geçmiş bulunan “bismi-Şah” söyleminde “Şah” sözcüğü, Tanrı’nın insan suretinde belirişinin Islam bağlamında simgelenişi, Şah-ı Merdan Ali’yi çağrıştırır.

Fakat Şiilik, konumuz dışında kaldığından, sempozyumumuzun tartışma çerçevesi içinde, iki noktaya değineceğim: süluk ve giz.

Alevilerin esas törenleri Ayin-i Cem’dir. Bu ad, bazı karaçalıcı yorumlara yol açmış bulunmaktadır. İnancın temel öğelerini içerdiğinden, söz konusu olan “sadık’ların bir araya gelişlerinin gizliliğidir. Süluk de bu kapsamdadır ve başka süluk’leri anımsatmıyor değildir.

Bildiri konusu içinde yer lamıyor olmakla birlikte, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışından sonra, Yeniçerilerle ilişkileri sebebiyle Bektaşilerin karşılaştıkları baskılara da dikkati çekmem gerekiyor. Bu dönemde Bektaşiler, dinler-üstü tavır ve hoşgörü dolayısıyla kendilerine yakın buldukları Far-masonlara sığındılar. Bu sebeple, süluk merasimi’ne kısaca değineceğim.

Bektaşi tarikatına girmek ya da Alevilikle olan bağını kanıtlamak isteyen, kişi –topluluk içinde yer alabilmek için bu gerekmektedir-, kesilecek, hazırlanacak ve eti törenden sonra orada bulunanlara sunulacak olan kurbanlık bir koyun getirir. Koyunun yününde örülen kuşak da süluk töreni sırasında kullanılacaktır.

Karanlık bastığında bir araya gelinir. Toplanılan yerin girişi, topluluk dışından olanların girişini önlemek üzere bir ya da birkaç gözcü tarafından korunmaya alınır. Mürşid –ya da (Alevilerde) dede- önden girer ve kendisi için konmuş bulunan minderlere oturur. Ardından, sırayla, her biri On iki Hizmet’ten birini yapmakla yükümlü on iki görevli girer. Gözcülük, bu hizmetlerden biridir. her görev, öte-dünyada, o dünyadan biri tarafından yerine getirilen bir hizmetin karşılığıdır.

Mürşid’den sonra, salik’e, süluk edecek olan, eşlik etmesi gereken Rehber gelir. On Iki Hizmet’in her biri için Mürşid, duasını yapar ve her görevli yerini alır.

Talib, atlayarak geçmesi gereken eşiğe secde ile içeri girer. Rehber ona yol göstermededir. Talibin boynunda, kubanlık koyunun yününden örülü ve ucu Rehber’in elinde bulunan kuşak bağlıdır: Kurban edilecek bir koyun gibi ortaya getirilmededir.

Dualarla ve gerekli kurallara uyarak, talib, Mürşid’in önüne gelir. Mürşid, sağ elini talibin iki omuzu arasına kor, ki buna Pençe-i Ali aba “Peygamber ailesinin pençesi” denmektedir. “Ali aba” beş kişidir: Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin.

Mürşid, talibe şunları söyler: “Muhammed Ali yoluna ve Hacı Bektaş Veli’nin tarikatına girmek istiyorsun, fakat bu yol incedir, kılıçtan keskindir ve sırat köprüsüdür”. Sonraboynundaki kuşağını tutar ve talibi kendine doğru çekerek kulağına seslenir: “Girme girme; dönme dönme (girdikten sonra); eline, diline, beline sahip ol”. Ardından sorar: “Kardeşlerinin uyarılarına uyacak mısın?” Talib, “evet!” anlamında yanıtlar: “Allah! Eyvallah!” Mürşid, o zaman çerağı yakmakla görevli olana döner ve “Muhammed Ali töresince bu canın çerağını yandır” der.

O ana kadar karanlık olan mekan baştan sona aydınlanır. Talib, bulunanları selamlar ve onların arasında yerini alır. Tören, erkanınca sürer. Bu arada, kurban kesilip hazırlanmıştır. Tören bitimiyle şölen başlar. Nefesler okunur, sema yapılır.

Sema, Alevilerde vardır. Bektaşilerde görenek kaybolmuştur. Dini tören (toplantı) sabaha doğru sona erer.

Şimdi süluk’ün, içinde yer aldığı Birlik Merasimi’ni (Ayin-i Cem’i) anlatacağım. Bu, öte-alemde ve Zaman’nın ötesinde bir Kırklar Cemi’nin yeryüzündeki tekrarıdır. Her şey simgeseldir ve bu simgeselliğin arkasında “Bektaşi sırrı” denen şey gizlidir. Tören, Bektaşilerde her hafta, tarikatın kutsal mekanı, tekke’de yapılır.

Alevilerde, kırsal bölgelerde, kışın tarla işleri sona erdiğinde ve Dede’nin köyde konuklandığı sırada, yani yılda bir kez yapılıyordu. Birden çok bölümden oluşmadaydı: Sülukler; Alevilere ait bir adet olan Ahiret Kardeşliği (Musahip) törenleri ve son Cem’den beri ortaya çıkmış anlaşmazlıkların yargılandığı, oba hukukunun yaşama geçirildiği bölüm. Tören epeyce uzayarak birkaç gün sürebiliyordu.

Törenlere, Hacı Bektaş’ın yerini almış bulunan Mürşid ya da Dede başkanlık etmektedir. Ona, her biri on iki hizmetten birini yerine getiren on iki görevli yardımcı olur. süluk edecek olanlara yoldaş olan Rehber, Ali’yi simgelemektedir.

Farraş, Kırklar Cemi’nde ağırlıklı bir yeri olan Selman-ı Farsi’yi temsil eder. Selman-i Farsi, Ortaçağ meslek loncalarının (fütüvvet) Piri idi.

Mürşid, her hizmet için uygun duayı okur ve Çıracı’nın (çerağ yandıranın) duasının bitiminde çerağ (mum) yakılır: Alevilerde, Bektaşilerde, Şia imamlarının her biri için bir tane olmak üzere on iki mum yanar.

Nürşid’in ahlak üzerine aydınlatıcı konuşmasından sonra Aşık-Ozan (Zakir) sonuncusu Hatai’ye, yani ilk Safevi hükümdarı Şah Ismail’e ait, üç nefes okur.

Okunan ilk nefeste dünyanın yaratılışı canlandırılmaktadır. Alevilerde Dede de bu nefese, sema (danslaşmış dua) ile katılabilir.

Ardından Tanrı birliğinin söylemi –Ali’nin ve Tanrı’nın özdeşleşmesiyle törende en yüksek noktayı oluştŞah-ı Merdan, “Merdlerin Şahı” olarak anılır. Şah sözcüğü, lâ ilâhe illa’llah kalıbı içine, imamın ikrarı ile birleşecek biçimde çift anlamlı olarak yerleştirilmiştir. An, büyük bir kaynaşma ile ve topluluk coşku ile doludur; “Şah!” diye haykırılarak bağırlar dövülmektedir.

Ali’nin Tanrılığı, açıkça söylenmiştir, fakat bu, “Şah” söyleminin Manevi Şah’ın tecellisi olan ilk Safevi hükümdarı Şah Ismail’e de gönderme ile olmalıdır.

Tevhid’den sonra –Peygamber’in göğe yükselişinin nefeslerle canlandırıldığı-, Mirac’ın ezgili anlatımı gelir.

 

Mirac’da, söylence ve anlatıların (légendes et mythes) çiçek açtığı doğa-üstü pek çok olay geçer. Sonunda Peygamber, Kırklar’ın Cemi’ne varır. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Olay doğaüstü bir evrende geçtiği için kendisinin tanıyamadığı Ali, onu yanıtlar: “Biz Kırklar’ız ve Kırkımız Bir’iz” ardından parmağını kesince Kırklar’ın hepsinin parmağında kan görülür. Fakat Peygamber, “Siz otuz dokuz kişisiniz!” diye karşılık verirken kanayan bir el belirir. Bu dilenci dervişler, Kalenderler gibi sadaka toplamaya gitmiş olan Selman-i Farsi’nin elidir. Selman yanlız bir üzüm tanesi ile dönmüştür. Peygamber bu üzüm tanesini sıkar ve ondan Kırkların hepsini esritecek kadar şerbet çıkarır. Bu şerbetle Kırklar kendilerinden gerçek dönmeye başlarlae.

Zakir (Aşık-Ozan), bu oluş-üstü anı söze getirirken bulunanların ayağa kalkarlar; sema’a katılmak isteyenler bellerine bir kuşak, genellikle bir başörtüsü, bağlar ve dönmeye başlarlar.

Törene adını vermiş bu bölümün ardından, Kerbela faciasının canlandırılışı gelir. Zakir, Hüseyin ve Peygamber Ehl-i Beyt’inin susuzluktan kıvranarak şehit oluşunu canlandırır.  Saki şehitlerin ruhları için su dağıtır, Yezid’e ve Kerbela kıyımında payı bulunanlara lanet okur. Bu bölüm, Şiilerin yas günleri olan Muharrem ayının ilk on gününde özel bir ağırlık kazanır.

Tören, herzaman okunan manzumelerle son bulur. Kesilen kurbanın eti getirilir ve şölen başlar.

Bu, Bektaşi-Alevi törenlerinin kabaca bir anlatımıdır ve Türk Islamlığının halk biçimlenişi budur. İslam’ın, cemaat-dışı (hétérodoxe) bu biçimlenişini benimsemiş bulunan ya da benimsiyor olanlar, nüfusun aşağı yukarı üçte birini oluşturmaktadırlar.

Aydın, evrimci ve insancıl, seçkin bir topluluk görünümü sundukları Balkanlar’a ve Trakya’daki kentlere yerleşmiş bulunan Bektaşiler, Islam’ı dinler-üstü ve hoşgörülü felsefeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Buna karşılık, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde, Aleviler, uzun yıllar eğitimden uzak kaldılar. Onlar, zulme uğrayanlar, başkaldırmalardan da geri kalmadılar. Bektaşilerin tersine, Suniliğe karşı durdular ve hep öyle oldular. Bu sebeple, Islamlığın yadsınışı olarak algılandılar.

 

Osmanlı Imparatorluğu Trakya illerini kaybedince, Bektaşiler, ayrıcalıklı üstünlüklerini, Aleviler lehine yitirdiler. Aleviler, yarım yüzyıldan bu yana gençlerin eğitim aldıkları kentlere yerleşmek üzere, köylerinden ayrılıyorlar. Günümüzde, her sınıf içinde onlara rastlanmaktadır. Birçoğu da, maddi koşullarını düzelmek amacıyla Avrupa’ya giden göç dalgalarına katıldı.

Yüzyıllardır, dinsel sosyal ayrıma karşı duyarlı bu gurbetçiler, vardıkları ülkelere daha kolay uyum sağladılar; dinin baskıları ile kısıtlanmış olanlardan daha kolay benimsediler.

Uzun zamandır o kadar duyarlı olunan bu sorunla, Türkiye’de de ilgi duyulmaya başlanmıştır ve Alevilerde, Islam tutuculuğunun tırmanışına karşı bir savunma öğesi görülmek istenmededir.

Ancak, Aleviler, geniş bir görüşler yelpazesi oluşturmaları dolayısıyla bu önerilere baklenen yanıtı vermekten uzak durumdalar. Bir bölümü, eski Bektaşilerin izinden giderek, uzlaştırmacı tavırları ile yönetimin isteklerini birleştirmeye yönelirken; bir bölümü de, boyun eğmez Kızılbaşlık ilkesine sadık kalarak, geçmişe bağlılıklarını sol bir ideolojide kanıtlamaya çalışmışlardır.

Gurbetçiler arasında, çoğu kez Aleviliğe yabancı, fakat isteklerini dile getirmede onların çevre bilgilerinin eksikliğinden yararlanan başka ideolojiler de görülebilmektedir. Fakat bunlar konumuzun dışında kalıyor.

Türkiye’de Bektaşilik ve Alevilik: Oluşum, Gelişme, Beklentiler
Bektaşiliğin ve Aleviliğin neyi temsil ettiğini açıklamam istenmektedir. Gerçekte, ikisi de aynı temele, Türk halk Islamlığı olgusuna dayanmaları dolayısıyla birbirinden ayrılamaz.

Her iki akım da –Bektaşilik de, Alevilik de- aynı halk velisine, XIII. Yüzyılda yaşamış ve Bektaşi dervişler tarikatına adını vermiş bir erene, Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdır. Hacı Bektaş, Türk halk Islamlığını simgelemede, onu temsil etmektedir.

Buna rağmen, aynı kökenden gelen bu iki akım, yüzyıllar içinde, ortak temellerini, inançlarını, geleneklerini, törenlerini ve Hacı Bektaş’a bağlılıklarını korumayı sürdürerek birbirinden ayrıldı. Aleviler Anadolu’da kaldılar, Bektaşiler özelikle Trakya’da ve Balkanlar’da gelişme gösterdiler.

Bektaşilık de, Alevilik de kökenlerinden göçer yaşaminanışlarıdırlar: XI. Yüzyıl sonlarında Haçlı Seferleri öncesinde Anadolu’ya göç etmeye başlayan Türk boylarının inanışları. Bu göçler, XII. Yüzyılda ve Moğol akınlarının önünden kaçmak zorunda kalınan XIII. Yüzyılda yoğunlaştı.

Hacı Bektaş Anadolu’ya, Çengiz Han’ın önünden kaçan Harezmlilerle aynı dönemde geldi. Çengiz, 1221’de Belh’i ve 1227’de ani ölümüne kadar da Horasan’ın Başlıca kentlerini ele geçirdi, yaktı yıktı. Hacı Bektaş,  Ortaçağ’daki “doğan güneşin ülkesi” anlamıyla, Horasan’dan, yani Iran’ın doğu bölgesinden, daha belirgin bir tanımla, Hârezm-şah topraklarını da içine alan Maveraünnehir’den gelmiş olmalıdır. Amasya yöresine yerleşen Horasanlı Baba Ilyas’ın ardınca gelen dervişlerdendi.

1239’da, Baba Ilyas, “Babailer Ayaklanması” olarak adlandırılan ve Rum Selçuklu Imparatorluğu içinde kuvvetli bir karmaşaya yol açan sosyal bir ayaklanmanın başına geçti. Hacı Bektaş, bastırılan ayaklanmanın kıyımından kurtuldu ve Kapadokya’da bir münzevi yaşamı süreceği Solucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş’a çekildi.

Türk boyları, Anadolu’ya gelişinde, tümüyle Müslüman değildiler. Bazı boylar, ata inançları olan, Şamancılıklarını korumadaydı.

Dinlerini yeni değiştirmiş olan bazıları da, henüz, Islami kültürün medrese’lerden öğrenildiği kent merkezlerinin inanışından farklı, Şamancı çizgiler yüklü bir Islamlık uyguluyorlardı.

Halk Islamlığında, eski Türk geleneklerinin kalıntıları ile Türk boylarının karşılaştıkları Buda’cılık, Nesturi Hıristiyanlık ve bir süre Uygur Türkleri’nin resmi dini olan Mani’cilik (Manichésme) gibi, değişik dinlerden gelme öğelere rastlanmaktadır.

Bu halk Islamlığı, Türklerin yakın ilişkilerde bulundukları toplulukların gelenek ve göreneklerini de benimsedi: Türk topluluklarının Kürt boyları ile yan yana ve bazen iç içe yaşadıklar Doğu Anadolu’da, mesela 21 Mart’larda kutlanışı süregelen Iran’ın Yeni Yıl’ı Nevruz gibi, Zerdüşçülükten ya da “Zurvanisme’den gelme Iranlı öğelerle yine Kürtlerce benimsenmiş Ehl-i Hakk ya da Yezidi kökenli inanışlar yer bulurken; balkan illerindeki Bektaşiler Hıristiyan öğeleri aldılar. Bu sebeple Türk halk Islamlığını bir din “senkretizm”i olarak tanımlayabiliriz, diyoruz.

Anadolu Türk halk inanışı, içinde farklı kültür ve uygarlıkların, yüzlerce yıl süren bir “kataliz” sürecine girdiği bir potadan çıkmış gibidir. Fakat onu oluşturan değişik öğeleri birbirinden ayırmak kolay değildir.

Bektaşilik ve Alevilik, ayrılışları dinsel olmaktan çok tarihi ve sosyal yönde olan iki akımdır. Nitekim Aleviler, özelikle Anadolu bozkırlarında, göçer ya da yarı göçer, ilkel bir yaşam biçimini sürdürürlerken, Bektaşiler daha çok Rumeli, yani AsyaTürkiye’sine karşılık, “Rumeli” adı verilen Avrupa Türkiye’si kökenli topluluklardı. Bektaşilik yanlız Rumelili değil, Balkanlı’dır da. Oğuz Türkmen Kayılar’dan gelen Osmalıların başlangıçtaki yerleri de Bektaşi topluluk içindedir. İlk Osmanlı sultanlarıyla, Hacı Bektaş’ın ilk Bektaşi müridleri arasında sıkı bir ilişki vardır.

Trakya ve Balkanlar’ın fethinde, Osmalıların yanında çok sayıda Bektaşi dervişi yer almıştır: Bu dervişler, din uğruna savaşların önde gelen Gazi’leri oldular; fethedilen diyarlarda topraklar elde ettiler. kimi zaman onlara kılıçlarının hakkı sayarak sahip oldular. Bu topraklarda zaviyeler, tekke’ler kurdular. Göçerlikten, yerleşik yaşama geçtiler ve düzenli, yaygın bir tarikat olan Bektaşiler tarikatını geliştirdiler. Tekkeleri, genel olarak kent merkezleri çevresindeydi. Kolonileştirici bir işlev üstlendiler, kentlerin eğitilmiş  çevrelerinden müridler kazandılar.

Bektaşilik Trakya ve Balkanlar’da yayıldı. İnançlarının “dinler karışımı” (syncrétique) özelliği, Hıristiyan halka karşı gösterdikleri hoşgörü, Bektaşilerin, Osmanlı Imparatorluğu’nun Balkan illerinde yaşayan hakla kaynaşmalarını sağladı; Trakya ve Balkanlar, Bektaşiliğin en çok güç kazandığı yerler oldu. bazı Hıristiyan azizler, Yakın ve Orta Doğu anlatı ve söylencelerinde bir deus ex machina (sahneye inen Tanrı) gibi karışık durumları çözmek için ortaya çıkan ve kökleri suya ve yeşilliğe bağlı bulunan “Hızır”da olduğu gibi, adlarını değiştirerek Bektaşi “panteon”a girdiler.

Yine bu bölgelerde yerleşmiş bulunan “Catharisme” ya da “Bogomilisme”den gelen cemaat-dışı öğeler de benimsendi.

Bektaşiler, Balkan uluslarının inanç değiştirmelerinde etkili oldular. Bölgenin Müslüman halkı, çoğunlukla Bektaşi kökenlidir.  Bektaşilik özelikle Arnavutluk’ta yaygındır. Nitekim XIX. Yüzyılda, bu ülkede Bektaşiliği resmi din olarak seçmek isteyen bir akım belirmiş ve kımıldanış II. Abdülhamid tarafından şiddetle bastırılmıştı. Bununla birlikte Bektaşilık bu bölgede sağlam köklerle yerleşip kaldı.

Bu konu üzerine araştırmalarım sırasında, siyasi durumun henüz elverdiği zamanlarda, Arnavut dervişlerince korunan güzel bir Bektaşi tekkesinin yer aldığı Drakoviça’nın küçük kenti Kosova’ya birkaç kez gittim. Dergahın seyhi Baba Kazım tarafından her zaman konukseverlikle karşılandım.

Osmanlı Imparatorluğu Balkan illerini elinde tuttuğu sürece, Bektaşiliğin Alevilik karşısında bir üstünlüğü vardı. Günümüzde Bektaşilik geriye çekilmiştir ve sahnede öne çıkanlar, Alevilerdir. Yüzyıllar boyunca, özellikle Bektaşilikten söz edilmiş olsa da bugün ağır basan Aleviliktir.

Bununla birlikte “Alevi” sözcüğünün, günümüzde taşıdığı anlamla, oldukça yakın bir dönemde bu yana, ancak bir yüzyıldan beri kullanılmaya başladığını belirtmeliyim.

 

Osmanlı belgelerde Aleviler, dışlayıcı anlamda, Rafızi “ayrılıkçı”, mülhid “tarısız”, zındık “itikatsız” söylemleriyle anılmakta; başka bir deyişle varlıkları tanınmaktadır. Tarihi adlarıyla, onlara Kızılbaş da denmektedir ki bu, XVI. yüzyılda Safevi hükümdarların taraftarlarına verilen addı. Bu dönemde Aleviler Osmanlılara karşı Safevileri, yani Türklere karşı Iranlıları desteklemişlerdi.

XIX. yüzyılda, Kızılbaş adı, bu topluluklardaki, Tanrı’nın insan suretindeki mazharı olarak görülen Ali’ye inanış dolayısıyla, yerini Alevi adına bıraktı. Bu, ilk bakışta, Ismaili’lere benzer bir uçŞiiliğe yakınlaşma olarak görülebilecektir; fakat problem daha karmaşıktır.

 

Alevilik yüzyıllarca saklı yaşadı. Günümüzde, yükselen tutuculuğu bir karşı koyma aracı olarak görülüşüyle öne çıkarılmadadır.

 

Karaçalıcı bazı söylentilerin her zaman var olduğu Türkiye’de, Aleviliğin bugünde aynı şekilde tanınıyor olması sebebiyle, Avrupalı basında, yayımcılar, Anadolu’da kısa bir gezinin anılarına ya da gurbetçi işçilerle yüzeyde karşılaşmalara dayanan az ya da çok hayal öğeleri karışmış bilgiler aktarmaktadırlar.

 

Düzenli, yaygın bir tarikat oluşturmuş olan ve XIX. Yüzyılda evrimci görüşlere açık, aydın bir seçkinler topluluğu durumuna gelerek önce Jön-Türkler’e, sonra da Türkiye’nin laikleşmesi edimlerine katılan Bektaşilere karşılık Anadolu köylerine çekilmiş bulunan Aleviler, uzun süre, ata gelenek ve göreneklerine bağlı ve eğitimsiz kaldılar.

 

İslam açısından Alevilik, resmi olarak Hıristiyan sayılmakla birlikte, kadim inançlarını koruyan Amerika yerlilerinin Hıristiyanlığıyla karşılaştırılabilecektir.

 

Göçer ve yarı-göçer kökenli Alevilerin görenekleri kentlilerinkinden ayrı idi: Köylerinde cami yoktu ve Müslümanlığın dış kurallarına uymuyorlardı; beş vakit namaz kılmıyor, Ramazan oruçlarını tutmuyor, sarhoşluk verici içki yasağına kulak asmıyorlardı. Kadınları kapanmıyor ve erkeklerle birlikte toplantılara katılıyorlardı ve genelikle tek eşli yaşıyorlardı.

 

Bütün bu sebepleri, Aleviler, resmi Islam’ı sürdüren Hanefi Sünnilerce horlandılar. Çizgi dışı tutulmaları ve dışlanmaları onlara sürekli haksızlığa uğramışlık duygusu verdi. Baskıdan korunmak için saklı durmaları gereken Aleviler, inançlarını, gizli, uzak yerlerde ve geceleri uygulamaktaydılar. Bu, günümüzde de söylene gelen, törenlerde içki alemleri bulundu ğu gibi, yaşamı güçleştiren, karaçalıcı söylentilerin doğuşuna yol açmakla sonuçlandı.

 

Alevilikle ilgilenmeye başladığım yıllarda bir törene katılabilmek güçtü: büyük bir gizlilik içindeydi.

Aleviler, inançlarını açıklanmaktan hoşlanmadıkları için onu gizemle örttüler. Bu sebeple,  o sıralar, havanın biraz daha elverişli olduğu Kosova’yı sıkça ziyaret ettim.

 

Günümüzde bazı şeyler değişti.
Aleviler, saklılık alışkanlıklarını koruyor ve inançlarına gizem katan yeniden bedenleşme ve Tanrı’nın insan suretinde tecelli edişi inanışlarını açıklanmaktan hoşlanmıyor olsalar da, artık baskı görmediklerinden, gizlenme gereğini duymuyorlar.

 

Boy dönemiyaşam biçimine olduğu kadar, ata inanç ve geleneklerine bağlılığa da dayanan bir sosyal olgu olmakla birlikte, Bektaşiliğin bir din olmadığını altını çizmeliyim. Bu sebepledir ki, Bektaşi-Aleviliği incelemek, bir “inanmak” ya da “inanmamak” sorunu değil, her şeyden önce, “öğrenmek, çözümlemek ve anlamaya çalışmak” sorunudur.

İnanç açısından, Bektaşi-Alevilik bir halk sufiliğidir. Sufilik, Islam’ın batıni biçimde bir algılanışdır. Fakat aynı zamanda, resmi dinin katılıklarına ve “nas” çılığına karşı da bir tepkidir. Sufilik, dinin halk kitlelerinin imgelem ve duyarlığını uyaracak bir biçimde kavranışına el vermededir. Devletin resmi inanışı Islam. Ata inanç ve geleneklerinin ağır bastığı boy yaşamı içinde söylence ve anlatılara dayalı batıni biçimlenişi ile daha kolay özümsenebilmişti. Ayrıca, hemen söyliyelim ki, Trakya ve Balkanlar gibi fethedilmiş ülkelerde, değişik sebeplerle ve çoğu kez baskıdan çok çıkarlar sebebiyle Islam’a geçmiş ata-yurtlular, dinin batıni yorumuna, özellikle de bir dinler karışımı olduğu zaman daha kolay uyum sağlayabiliyorlardı.

 

Aydın, evrim yanlısı, insancı (Intellectuelle, progressiste, humaniste) bir seçkin topluluk oluşturdukları Balkan ülkelerinde yerleşmişbulunan Bektaşiler, Islam’ı dinler üstü, hoşgörülü felsefeleriyle uzlaştırma çabasındaydılar. Anadolu’nun kırsal alanlarında kalan Aleviler ise, uzun zaman eğitimsiz bırakıldılar. Köylerinde ne cami. Ne de okul bulunuyordu. Mazlumdular ve durmadan ayaklanmalar çıkarıyorlardı. Her zaman Sünniliğe karşı oldular. Bektaşilerin Aleviler lehine ağırlıklarını yetirmelerinden, özellikle de Cumhuriyetin ilanından ve her zaman destekledikleri, Atatürk’ün ülkeyi laikleştirici eylemlerinden sonra, gençlerin okumak için gittikleri kentlere yerleşmek üzere, köylerden ayrılmaya başladılar. onlar için yeni bir yaşam başladı. Günümüzde, aydınlar, üniversiteliler, siyaset adamları, yöneticiler, her sınıfta, Alevilere rastlanıyor. Birçoğu da maddi durumlarını düzeltmek üzere, göç dalgasına katılıp Avrupa’ya gelmekteler. Sosyal ve dinsel ayrımlara yüzyıllardır duyarlı bu gurbetçiler, vardıkları ülkelere daha kolay ve din baskısıyla engellenenlerden daha hızlı uyum sağlamaktadırlar.

 

Türkiye’de, uzun zaman birçok güçlükler barındıran Alevi sorununa ilgi başlamış bulunuyor. Tırmanan tutuculuğa karşı, onda bir karşı koyma aracı görülüyor. Bununla birlikte Aleviler önlerine gelen öneriye aynı yolda yanıt vermekten uzaktırlar ve çok genıs birdüşünce yelpazesi oluşturmaktadırlar. Bazıları, eski Bektaşilerin yolundan giderek, yönetimin isteklerine uzlaşmacı tavırlarla yaklaşmaya çalışıyorlar. Bazıları da eski asi Kızılbaş imgesine sadık, tarihsel geçmişle bağlılıklarına sol bir ideoloji içinde destek arıyorlar. Gurbetçiler arasında, çoğu Aleviliğe yabancı fakat istekleri iletecek çevre bilgisinin eksikliğinden yararlanan başka ideolojiler de görülebiliyor.

Yüzyıllarca ezilmiş Aleviler kendilerini, horlanmış ve dışlanmış olanlara her zaman yakın bulmuşlar, kuraldışı yapılarına (non-conformisme) derin bir insancı duygu, hoşgörü ve açık yüreklilik katmışlardır. Aleviliğin felsefesi, insanlar arasında ayrım yapmamayı gerektirir: Ne din, ne ırk, ne sınıf ayrımı.alevi, hem-cinslerini kardeş gibi görecektir. Kadın Aleviler de eş ya da bacı olarak görülür ve kendilerine öylece saygı gösterilir. Kadın, toplantılarda erkeğin yanındadır. Aleviliğin kökebni, eski boy yaşamında da kadının yeri buydu.

 

Hoşgörü, kural-dışılık, dinler üstülük ve insan severlik, Bektaşi-Alevi felsefenin temelidir.

 İsteğe uyarak, Bektaşi-Aleviliği anlatmaya çalıştım; olgunun tarihi bir görünümünü vermeye çalıştım, onu zaman ve mekan içindeki yerine yerleştirdim.

 

Şimdi probleme daha güncel bir derinlik vermek kalıyor. Bu da, onların problemlerini, deneyimlerini ve eğilimlerini daha yakından tanıyan genç Alevilerin görevi olacaktır. Bunu yaparken de ussul çeçeve içinde kalmak, kültür dizginini elden bırakmadan yol almak gerekiyor.

Kitap: Kırklar’ın Cemi’nde
Yazar: Iréne Mélikoff
Ekleyen: Seyyid Hakkı

 

Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...