Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

Takva veya Dindarlığın Allah ile aldatma aracı yapılması



Takva veya Dindarlığın Allah ile aldatma aracı yapılması

Takva (dindarlık, daha dindar olmak) kavramını Kur’ansal miverinden çıkarmanın iki ana tahribatı var:

 

1. Dinde ğuluvv (aşırılık, fanatizm): Parsa toplamak için başlayan ‘daha dindar olmak’ yarışının göstereceği yer budur.

 

2. Şiddet ve terör: Ğulüvvün yarattığı sahte dine uymayanlar giderek dinsizlikle itham edilir ve bu sahte dine karşı çıkanlar düşman caniler gibi görürler.

 

Özdemir İnce’nin araştırmasından öğreniyoruz ki, Fransa’daki dinci fanatikler mini etekli bir kızı yakmışlar. Jacgues Chirac tarafından kurulan Laiklik komisyonu’nda üye olan Gaye Petek anlatıyor.

 

“Son bir yılda mahallelerde kızlara karşı yoğun baskılar ortaya çıktı. Gündelik hayat tarzı tehdit edilmeye başlandı. Bir genç kız, mini etekle dolaşıyor diye bir sitenin çöp odasında diri diri yakıldı. Bazı erkekler mahalle ve sitelerin Ali kıran, baş keseni olmaya ve işi, insanların nasıl yaşayacaklarına karar vermeye kadar vardırdılar. 20 yıldır gettolarda olup bitenler gizlendi.”

 

Paris’te kardiyalog olarak çalışan Demir Fırat Onger şöyle diyor:

 

“Kadın bir hukukçu jüri üyesi seçildiğinde, ön görüşmeler sırasında başı açık geldiği mekana, duruşma sırasında başı burmalı olarak geliyor.” (Hürriyet, 20 Aralık 2003) Toplumu dinamitleyen bir numaralı bozgun işte bu ayrımdır. İmam-Hatip savunuculuğu buna dayandırılmıştır.

 

Bu sektörler ayaklarını sağlam bastıklarında bunun arkasında ‘birinci sınıf müslüman’ olmamanın neden niçinleri gündeme getirilecek, yani “Neden daha iyi müslüman değilsin?” sorgulaması başlayacaktır. Yıllardan beri, “Dinde ikrah yoktur ama bu ilke, dinin içindekiler için geçerli değildir.” Diye Kur’an dışı bir hezeyanı ha bire canlı tutmaları boşuna değildir. Onu canlı tutuyorlar, çünküyakın bir gelecekte kullanacaklarını biliyorlar.

 

Türbanda da aynı anlayış ve taktik geçerli olacağa benziyor.  RT Erdoğan’ın İspanya’da seslendirdiği “Türban siyasal simge olursa ne yazar, simge ise simge” mealindeki meydan okumasının startının verdiği süreç böyle bir süreçtir. Anlaşılan o ki, bütün mesele ayağını sağlam basmakta.

 

Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau şu sözü söylerken din adına dayatmanın acısını çeken bir tarihin çocuğu olarak konuşuyor:

 

“Kökten dincilik engellenmeli, tüm dinsel semboller yasaklanmalı” (Cumhuriyet, 13 Aralık 2003)

 

İbadeti saptıranları hayat, ahlaksız manzaraları sergileterek rezil etmiştir. Siyasal İslam’ın sahneye çıktığı günden beri, mesela Türkiye’de, en büyük ahlaksızlık, soygun ve talanların dosyaları siyasal İslamcı-dinci ekiplerin dosyaları oldu. Hz.Peygamber diyor ki:

 

“Kişi, ahlakının güzelliği ile geçeleri ibadetle, gündüzleri oruçla geçirenlerin ulaşacakları derecelere kesinlikle ulaşabilir.” (Elbani; el-Ahadis es-Sahiha, 2/421 – 423, 503, 569)

 

Temel aldatma aracı olarak namaza dikkat çekmeliyiz. Türkiye’de, siyasal İslamcılığın devreye girdiği günden beri namaz artık bir meydan malzemesine döndürülmüş, bütün ruhaniyeti, erdiriliciliği, saffet ve güzelliği yok edilmiştir. İslam tarihinin en kahırlı aldatma tabloları, namaz kullanılarak yaratılmıştır. Namaz bugün hala insanları aldatmanın temel araçlarından biri olarak insafsız ve acımasız bir biçimde işletilmektedir.

 

Kur’an, dinde riyakarlık konusunu işlerken örnek olarak namazı öne çıkarmaktadır. Hz.Peygamber de aynı yolu izlemiştir. Çünkü takvanın saptırılmasında Allah ile ladatma aracı olarak namazdan daha rahat kullanılacak bir araç yoktur. Bu konunun temel Kur’ansal dayanağı Maun Suresi’dir. Şöyle diyor:

 

“Gördün mü o, dini yalan sayanı? İşte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o. Vah halina o namaz kılanların/dua edenlerin ki, namazlarından /dualarından gaflet içindedir onlar! Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar. Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekata/iyiliğe engel olurlar.”

 

Bu sureden anlaşılmaktadır ki, kamu hak ve imkanlarına musallat olan, yoksulu yetimi horlayan yani sosyal devleti işletmez hala sokan, sonra da bunlar olmamış gibi pişkin pişkin namaz kılan insanlar dini yalan saymış olurlar ve kıldıkları namaz onlara lanet ve cehennemden (veylden) başka bir şey kazandırmaz.

 

Takvanın Allah ile aldatma aracı yapılmasıyla oynanan şeytani oyun çok tehlikelli ve kurumsaldır. İslam dünyasını, o arada ülkemizi perişan eden kahırların başında bu oyun gelmektedir. Bu ouyun, takvanın insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olduğu yolunda Kur’an dışı bir anlayışın kabul ettirilmesinden ibarettir. Bu Kur’an dışı tahrip oyunu, 2000’li yılların Türkiyesinde hem de TBMM çatısı altında şu Kur’an ve akıl dışı talebin gündem yapılmasına yol açmıştır.

 

“Millet, dindar Cumhurbaşkanı istiyor.”

 

Millet böyle bir şey istemişse bu vahimdir, eğer istememişse de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha vahimdir. Ama sonuç her hal ve şartta vahimdir. Çünkü millet ve din adına vicdansızca söylenerek ülke aldatılıyor, dinin kredileri kullanılarak siyasal çıkar sağlanıyor. Din adına dinsizlik yapılıyor.

 

Kur’an’ın insanlık tarihinda yaptığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi, takvanın, insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmasıdır.

 

Kur’an’ın bu en büyük devriminin üstü, din çıkarcılığı tarafından sistemli ve ısrarlı bir biçimde örtülmüştür. Bu gerçeği, bir hakkımızı kullanarak diyebiliriz ki, İslam dünyasında, özelikle Türkiye’de kitlelere ilk duyuran ilim ve fikir adamı, bu satırların yazarı olmuştur. ‘Kur’an Verileri Açısından Laiklik’ kitabımız bunun belgesidir.

 

Kur’an ilkeyi son derece açık koymuştur.

 

“Allah katında en değerliniz, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 13)

 

Kur’an, bu anlayışını, Zühruf Suresi 35, ayetle bir kez daha teyit ve tekrar etmiştir.

 

“Rabbinin katındaki ahiret, takva sahipleri içindir.”

 

Takvanın karşılığı ‘Rabbin katındaki’dir, kamu mallarının talanı veya ABD’de CIA’nın hazırladığı çiftlikte oturmak değildir. Basının, “Türbanla kapat eşinin başını, kap dinci hükümetten işini” sloganıyla ifade ettiği talanın içine girme aracı hiç değildir.

 

Takva konusundaki bu belirleyici ayetler, tarih boyunca din üzerinde itibar ve üstünlük sağlamak isteyen çevrelerin baskı ve yönlendirmesiyle, Kur’an’daki anlamının ve amacının tam tersine çekilmiş ve şöyle bir Kur’an dışı ilke oluşturulmuştur: “En üstün insan, takvada en ileri olan insandır.”

 

Yıpratılmak istenen birçok değerli insan, ‘dindar dağil’ teranesiyle yıpratıldı. Bu terane ilerledikçe her türlü olumsuzluk bunun arkasında gizlenir ve yıpratılmak istenenlere bindirmede en kahıredici silah bu ‘dindar değildir’ hezeyanı olur. Tarihte bu namert hezeyanden en çok ıstırap çekenlerden biri de Mustafa Kemal Atatürk’tür. Milli Mücadele günlerinde hem ingilizler hem onların uşağı gibi çalışan hain Damat Ferit hem de Padişah ve avanesi Atatürk’ü sürekli ‘dindar olmayan adam, ahlaki zaafları olan adam’ diye karalamışlardır. Çünkü Allah ile aldatılmış bir kitleyi bir kişinin aleyhine çevirmenin en emin yolu bu alçak iddiadır. Türk Kurtuluş savaşı’nın büyük kumandanlarından Kazım Karabekir Paşa (Ölm. 1948) şöyle diyor:

 

“Ajanslarla, gazetelerle, ağızdan hücumlarhep Kemal Paşa’ya idi. Ahlakı, ihtirası hakkında her gün ağız dolusu laflarsöylendiğini kendiside biliyordu.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1/464)

 

Karabekir Paşa, Fevzi Paşa gibi önemli bir askerin bile, ilk zamanlarda Atatürk hakkında bu düşünceleri taşıdığını yazmaktadır:

 

“Fevzi Paşa, Mustafa Kemal’i tutmaklığımın felaketini, ileride kötü nam alacağımı anlattı. Söylediği şudur: ‘Mustafa Kemal muhteris ve menfaat düşkünüdür. Ahlakı herkesçe fena tanınan bu zatın milletin başına belalar getireceğini seni seven bütün arkadaşlarınız ve ben yakından biliyoruz.” (Karabekir, aynı eser, 2/849)

 

Karabekir Paşa’nın Fevzi Paşa’ya cevabı, dindarlık adı altında hangi bozukluk ve alçaklıkların gizlendiğini, dindarlık maskesinin neleri örtmek için kullanıldığını dolaylı yoldan gösteren müthiş bir belgedir. Şöyle diyor Fevzi Paşa’ya:

 

“Mustafa Kemal Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini aradım, bulamadım. Hanginiz esaret altındaki İstanbul’dan çıkıp geldiniz? Bugünde sizden rica etsem ihtimal yine gelmezsiniz. Siz ve emsaliniz esaret altındaoturmayı tercih ediyorsunuz. İstanbul’da dedikoduyapan arkadaşlar, iş bu raddeye kadar başarıyla geldikten sonra olsun, Anadolu’ya gelseler ya! Doğunun aydın evlatları bile İstanbul’dan bile çıkmazkenDoğulu olmayan bizim gibiler, en felaketli günlerde halka teselli ve emniyet verdik. Halk da tabii olarak rehberlerini gördü ve onlara yetki ve kuvvet verdi. Milli varlık ve milli birlik teessüs etmiş, milli karar vermiştir. Artık Mustafa Kemal Paşa ile uğraşmak yanlıştır, milli karara karşı gelmektir, ihanettir, felakettir...” (Karabekir, aynı eser, 2/850-851)

 

Dindarlık ölçüsünün kullanılmasının nelere mal olacağına yine ilginç bir örnek yine Karabekir Paşa’dan:

 

“Erzurum’da yakaladığımız müslüman olmuş bir Rus casusunun temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargahıma geldiği zaman hallerine baktığım hatıratıma şunu kaydetmiştim: ‘Ey Türkoğlu! Sen pak safsın, seni herkes aldattı. Erdim diyen, döndüm diyençemberinden atlattı.” (Karabekir, aynı eser, 2/717)

 

Tam bu noktada, İslam düşüncesinin anıt isimlerinden biri ve Hanbeli mezhebinin kurucusu olan Ahmed b. Hanbel’in, takva kavramına getirdiği muhteşem bir yorumunu anlatmak isteriz. İmam Ahmed b. Hanbel (Ölm. 241/855)’e sordular:

 

“İki adamımız var: Biri takva sahibi ama zayıf, öteki günahkar ama güçlü. Hangisiyle gazaya çıkalım?” İmam şöyle dedi:

 

“Takvası değil, gücü fazla olanla yola çıkın! Takvası fazla olanın takvası kendine, zayıflığı müslümanlara mal olur. Gücü fazla, takvası az olanın ise günahı kendisine, gücü müslümanlara mal olur!”

 

Kur’an vahyi, Ahmed b. Hanbel’in sözlerinde özetlenen bu anlayışını hayata iyice sokmak için din sınıfı, din kisvesi, hatta din adamı anlayışını da yıkıyor. Bunların hiç birisi yoktur, bunların hiçbirinin ifade ettiği olumlu bir anlam yoktur.

 

İbadet için lidere, özel ve beratlı mekana ihtiyaç yoktur.

 

Cami, ibadethane değil, adından da anlaşabileceği gibi, aynı zamanda ibadetin de yapılabileceği bir toplantı yeridir. İbadet için bu toplantı yerine gelmek, orada görevlibir ibadet memurunun liderliğine sığınmak gibi bir şart Cuma namazı için bile yoktur.

 

Bu gerçeğe dikkat çeken müfessir Sıddık b. Hasan Han (Ölm. 1307/1889) diyor ki:

 

“Cuma namazı için öne sürülen devlet reisi izni, şehirde bulunmak şartı, muayyen sayıda cemaat, tek ve büyük cami vs.nin tümü Kur’an ve sünnet dışıdır, hiçbirinin bir dayanağı yoktur.” (Sıddık Hasan, Ravdatu’n-Nediyye, 1/134-136)

 

Cuma namazı da, cemaatle olmak koşuluyla, her yerde, her mekanda kılınabilinir. Ruhsatlı Cami, görevli imamdiye bir şart asla söz konusu değildir.

 

Kısacası, eğer takva, kamusal alanda bir üstünlük ölçüsüyapılırsa bunun sonu, riyakarlığın, daha sonra ikrah denen baskı, zorlama, aldatma oyunlarının ve nihayet şiddet ve terörün girmesi olur.

 

Tarih bize göstermektedir ki, takvanın kamusal alanda üstünlük ölçüsü yapılması birinci sınıf-ikinci sınıf dindar tartışmasını, o da giderek siyasal ve ekonomik hesaplara ters düşenlerin kafir ilan edilmesi sürecini mutlaka yaratır.

 

Tüm dinci zümreler, az veya çok tekfir (başkalarını kafir ilan etme) tezgahını mutlaka işletirler. Bu tezgah, dine karşı olanların kafir ilan edilmesi değildir; bu tezgah, dinci (dindar değil) kesimlerin hesaplarına uymayanların din dışı ilan edilip etkilerinin kırılması tezgahıdır.

 

Allah ile aldatma siyaseti, işgalci ABD Başkanı Bush’un din ve islam adına kucaklanıp desteklenmesine ‘Allah’a hizmet’ gibi bakabilmiştir. Ve mesela, Ortadoğu’da müslüman kanı dökmeyi ‘Tanrı’nın kendilerine verdiği görev’ olarak ilan eden Bush-Blair ikilisinin BOP stratejisinde ‘eşbaşkanlık görevi’ üstlenebilmiştir.

 

Recep Tayip Erdoğan, İstanbul’da partisinin bir kongresinde yaptığı konuşmada şunu ilan etmiştir:

 

“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Nedir o görev? Biz, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Bu görevi yapıyoruz.” (Vural Savaş, AKP Çoktan Kapatılmalıydı, 2008)

 

Bu görevi Erdoğan ve ekibine Türk Millet’i vermedi. Çünkü bu görevin esas olan proje, müslümanlara hizmet değil, kötülük projesidir. Peki bu görevi AKP’ye kim verdi? Bunun cevabını Erdoğan ve ekibi versin. ‘Türkiye ve Ortadoğu’da yaşananların önümüze koyduğu gerçek şudur: Bu görevi Erdoğan ve ekibine verenler, onları, müslümanlar aleyhine kullanmak üzere teslim almışlardır.

 

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul, 2008

Ekleyen: Seyyid Hakkı


Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...