Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

17- Türk Aleviliği -13


Türk Aleviliği -13

Hünkar Hacı Bektaş Veli
Kutbilarifin, Gavsülvasılin nitelemesiyle anılan Hünkar Bektaş Veli’nin yaşamı hakkında açık bilgiler yoksa da, bugün bazı genellemeler yapabilecek durumdayız.

Hünkar Bektaş Veli, 13. yüzyılda yaşamıştır. Bu tarih, eski bir Vilayetname’ye eklenen notta 1209-1271 olarak saptanmıştır. Tarihsel gerçeklere uygun görünen bu tarihlerin doğruluğunu şu kanıtlar onaylar.

1- Hünkar Bektaş Veli, 1273 tarihinde öldüğü kesin olan Mevlana Celalettin-i Rumi ile çağdaştır. Bu çağdaşlığı, Mevlevi kaynakları ortaya  koymaktadır. Bunlardan Ariflerin Menkıbeleri adlı Ahmet Eflaki’nin kitabı ilginç bilgiler verir. bu düşmanca tavır taşıyan kitaptaki bilgiler ile Bektaşilerin Vilayetnamesi’ndeki bilgiler birbirlerini doğrular. Kısacası, Hünkar Bektaş Veli, Mevlana ile aynı dönemde yaşamıştır ve üç aşağı beş yukarı aynı yaştadırlar.

2- Hünkar Bektaş Veli, 1263-1264 tarihlerinde Anadolu’dan Kırım’a geçen Alevi Türkmenlerinin başında bulunan Sarı Saltuk’un da mürşididir. Osmanlılar döneminde Sünni anlayışla yazılan Saru Saltuk Vilayetnamesi’nde bile Saru Saltuk’un Alevi inançları taşıdığı anlaşılıyor. (Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 44). Bektaş Veli’nin, 1282’den sonra ölen Saru Saltuk’dan daha büyük veya onunla yandaş olması (Yol gereği mürşit, küçük de olabilir....) normal sayılmalıdır.

Saru saltuk’un beline çelikten değil tahtadan kılıç takılır. Bununla da onun manevi gücü, aydınlatma yeteneği anlatılır. Tahta kılıçla ülkeler fethedilemez ama gönüller fethedilir.

Hıristiyanlar bile onu ermiş kabul etmelerinin nedeni, onun zor adamı değil, gönül adamı olmasından kaynaklanır.

Bugün, Anadolu Alevilerinin bir bölümü Sarı Saltuk Ocağı’na bağlıdır. Bu durum bile Sarı Saltuk’un Alevi dedesi olduğunu gösterir.

İbni Batuta da Saltukluların Sünniliğe aykırı davranışları olduğunu yazar.

3- Hacı Bektaş; Taptuk Emre’nin; Taptuk Emre de Yunus Emre’nin mürşiddidir. (Alevilerde şeyh diye bir olgu yoktur.) Bugün, Yunus Emre’nin 1320 civarında Hakka yürüdüğünü (öldüğünü) biliyoruz. Yunus Emre’nin manevi gıdasını veren de Hacı Bektaş’tır. Öyleyse, Büyük Pir’in, Yunus Emre’den önce Hakka yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz.

4- Vilayetname’de, Hacı Bektaş’a karşı çıkan ve onun duvarı yürüttüğünü görünce teslim olan Seyyid Mahmud-i Hayrani de 1267-1268 tarihlerinde ölmüştür. Nureddin bin Caca da yine bu yüzyılda yaşamış olup Vilayetname’de adı geçen önemli kişilerden birisidir.

5- Taptuk Emre’nin mürşidi gibi görünen Barak Baba da Anadolu Batınilerindendir. Kendisi 1307-1308 tarihinde Giylan’da katledilmiştir.

6- 1275 ile 1343 yılları arasında yaşayan Ebülfarac Vasıti’nin Tiryakül Muhabbin adlı eserinde de adı geçen Hacı Bektaş’ın, 1343’ten önce ölmüş ve oldukça şöhret kazanmış olduğu anlaşılıyor.

7- En önemli kanıtlardan birisi de; Kırşehir’de bir Mevlevi tekkesi kurmuş olan Şeyh Süleyman bin Hüseyin’in vakfiyyesinde geçen “fi nahiyetil-Hacı Bektaş kuddise sırruhu...” ibaresidir. 1297 tarihli bu ibareden, Hacı Bektaş’ın bu tarihte artık ölmüş olduğu anlaşılmaktadır. Kuddıse sırruhu ibaresinin, o tarihlerde sağ insanlar için kullanıldığı görüşü, belli bir kanıta dayanmaktadır.... (Bu bilgi için bak: John Kingsley Birge, Bektaşilik Tarihi, s.45. Birge’in naklettiği bir başka bilgi de 1295 tarihli bir vakfiyede yer alıyor. Orada da Hacı Bektaş Veli’den merhum diye söz edilmektedir.)

Gerek Aşıkpaşazade’nin tarihinde, gerekse “Menakıbül Kudsiyye’de; Hacı Bektaş’ın Baba Ilyas’ı Horasani’nin yolunda, onun ardası olduğu vurgulanır. 1240 yılında öldürülen Baba Ilyas’ın ardası olacak birisinin o dönemlerde en az 30 yaşlarında olması gerekir. Bu da Hacı Bektaş için saptanılan doğum tarihinin 1209 dolayları olduğunu gösterir.

8- Hacı Bektaş Veli hakkında  Menakıbül Kudsiye’de geçen şu beyitler önemlidir:

Hacı Bektaş şol sebebden hiç
Göze almadı tac-ı sultanı
Edebali vü bundağı huddam
Gördüler Hacı’dan bu seyranı (s. 169).

Bu beyitler o dönemin gerçek bilgisini yansıtıyor. Ve anlaşılıyor ki Hacı Bektaş Veli ve yanındaki yoldaşları 1240 yılında çıkan isyana katılmışlardır.

9- Anadlu’da Hacı Bektaş gibi ünlü düşünürlerin yetişmesi 13. yüzyıldadır. Çünkü bu çağda gerek tasavvuf, gerek klasik Alevi düşüncesi, Anadolu’da rahatça yayılma olanağına kavuşmuştur. Değişik Islam ülkelerinden gelen bilgiler Anadolu’da yerleşerek görüşlerini yaymaya çalışmışlar, bu durum da Anadolu için bir kazanç olmuştur.

“Veli” Sıfatlı Pir....
Hacı Bektaş Veli’nin adındaki (Türkçe söylenişi; Veli Hacı Bektaş olmalıdır.) Veli unvanı önemlidir. Alevi felsefesindeki velayet yükünü taşımakla yükümlü en ulu kişiye verilen bu unvan, Anadolu’da Aleviler arasında iki kişilik için kullanılmıştır. Birincisi Hacı Bektaş; ikincisi de safevi yolundan olan Şah Ibrahim... Velilik, Alevilere ve Alevi felsefesine özgü bir olgudur. Halk arasında bu olgunun gördüğü saygınlık nedeniyle Alevi olmayan bazı şeyhler de kendilerine veli dedirtmişler, ya da yandaşları onlara veli sıfatını yakıştırmıştır. Onlar kendi kendilerinin velileri olmaktan öteye gidememişlerdir.

Hacı Bektaş Veli’nin, ana baba tarafından Arap olmadığı ortadadır. Onun Türkler arasında, Türk kültürü ile yetiştiği, gerek yaşantısında, gerek düşüncelerinden anlaşılıyor. Buna karşın; Hacı Bektaş’ın soyunun Imam Ali’ye çıkartılması; gerçekte Imam Ali’nin manevi mirasına sahip çıkmaktan kaynaklanır. Hacı Bektaş’a Veli unvanının verilmesi de işte bu yüzdendir. Hacı Bektaş, yaşadığı dönemde, Anadolu’da “Serçeşme” pınarların başı (asıl kaynak) olarak görülmüştür. Bu da veliliktir.

Zaten daha 14. yüzyıl başlarında bile Hacı Bektaş’tan seyyid olarak bahsedilmesi, bu bağlantının boşuna olmadığını, sonradan uydurulmadığını gösterir. 1343 yılında ölen Vasıti’nin, Hacı Bektaşiçin “seyyid” sıfatını kullanması, onun seyyidliğinin sonradan uydurulmadığını kanıtlamak açısından önemlidir.

Hacı Bektaş ile Imam Ali arasında kan bağı olmasa bile ilim (bilgi) bağı vardır ve çok güçlüdür. Bu bağ gerçektir. Bu nedenle, onun soyunu imamlara ulaştıran soy kütükleri doğru sayılabilir.... sıradan insanlar, işte bu manevi bağlantıyı bilmedikleri için, Hacı Bektaş’ı bir Arap gibi görme yanılgısına da düşmüşlerdir.

Ayrıca, Hacı Bektaş’ın ailesinin geldiği Horasan çevresi çok kuvvetli Alevi akımlarının bulunduğu bir bölgedir. Nişabur Kenti. Yönetimin Sünni karekterli olmasına karşin, fütüvvet ehlinin ve Melamilerin yoğun olduğu ve bu akımların filizlendiği bir yerdir. Gerek esnaf teşkilatı olan fütüvvet, gerekse Melamilik, Alevi düşüncesinden son derece etkilenmiştir.

Altıncı Imam’dan sonra, Hz. Ali evlatları, genellikle Arap toplumunun dışına çıkmış, doğuya, Horasan’a yakın bölgelere kaymışlardır. Bunların düzinelerle çocukları olmuş, geniş bir soy ağacı oluşmuştur. Hacı Bektaş’ın baba yanından olmasa bile ana yanından bu soyla ilişkisi olabilir. Başlangıçta söylediğimiz gibi, ana yanından bağlantı kurma ve soy yürütme olgusu, ta Hz.Muhammed döneminde Fatıma ile başlamıştır.

Ayrıca, Hacı Bektaş gibi büyük bir insanın, imamlar soyu ile bağlantı kurması ve bunun da daha sonra hiç itiraz görmemesi, düşündürücüdür. Bu sessizlik bile, dolaylı da olsa, kendisinin imamlar soyu ile ilişkisi bulunabileceğini gösterir.

16. yüzyıldaki Osmanlı belgelerinde, Hacıbektaş ilçesinde, kendilerinin Hacı Bektaş Veli evladı olduğunu söyleyen bir kuşağın var olduğunu görüyoruz. Bu kuşaktan insanlar, kendilerini seyyid soyundan saymaktadırlar.

Bir başka kanıt da Pir Sultan Abdal’ın şiirleridir. Bu şiirler, sonradan Pir Sultan adına yazılmış değil iseler –ki, üslup özellikleri, Pir Sultan’a ait olduklarını gösteriyor.- Hacı Bektaş Veli’nin seyyid soyundan olduğunu dile getirmektedir.

Anadolu’da Yetişti....
Hacı Bektaş Veli’nin tahminen 1240 yıllarında veya bu tarihin hemen öncesinde Moğol baskısından kaçan boylarla birlikte Anadolu’ya geldiği; Babailer ayaklanmasının lideri Baba Ishak’a bağlandığı, onun halifesi olduğu; Baba Ishak’ın 1240 yılında öldürülmesinden sonra Sulucakarahöyük çevresine geldiği; hemen hemen bütün araştırmacılar tarafından kabul edilir. Bu görüşün bazı yönleri yanlıştır....

Çünkü:
1- Anadolu, o çağlarda büyük düşünürlerin harman olduğu bir yerdir. Öyle Horasan’dan gelen herkesin hemen kabul gördüğü, Veli sayıldığı gibi mantığı benimsemek olanaksızdır. O dönemi yansıtan menakıp kitaplarında, şeyhler ve babalar arasında kuvvetli bir varlık mücadelesinin olduğunu görüyoruz. Halkın, hiç tanımadığı birisini, gelir gelmez var olan babalara, dedelere, şeyhlere tercih ederek kendisine veli yapması akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Bu nedenle, ailesi Horasanlı olmakla birlikte, Hacı Bektaş; babalılar arasında, Anadolu’da yetişmiş ve kendisini, gerek eylemleri, gerek düşünceleri ile kabul ettirmiştir....

Horasanlı sıfatı; her zaman, bizzat Horasan’dan göç edenleri ifade etmez... Kaynağı Horasanlı olan aileleri de anlatır. Horasanlılık, genelde, Islamiyette Alevi düşüncenin kaynağını da ifade ettiğinden, Alevi büyüklerine Horasan Erenleri sıfatı verilmiştir...

2- Babalılar ayaklanmasının manevi lideri Baba Ilyas-ı Horasani’dir. Baba Ishak, Baba Ilyas’ın öğrencisidir (halifesidir). İsyanı yöneten bir kumandan olan Baba Ishak’ın mürşit postuna oturarak Hacı Bektaş’ı irşat ettiğini söylemek Aleviliğin geleneklerini bilmemekten kaynaklanır. Mürşitler düşünce üretirler, ellerine silah almazlar... bu nedenle, Baba Ilyasiçin, Hacı Bektaş’ın mürşidi denebilir ama Baba Ishak için bu görev yakıştırılamaz. Çünkü, Baba Ishak, görev verilendir; görev veren değildir. Savaşta yönetici, lider olması da bunun en somut kanıtıdır.

3- Hacı Bektaş, 1240 dolaylarında Anadolu’ya gelmiş olsaydı, tamamen hareket içinde olan Türkmenlere söz dinletmesi olanaksız olurdu. Belli ki, o, Türkmenler arasında yaşıyordu... Başsız kalan önemli bir kitleyi, 1240 isyanından sonra almış, oldukça güvenli sayılabilecek Sulucakarahöyük çevresine götürmüştür.

Zaten, Moğol baskısından kaçış, 1220 yılında Cengiz Han’ın Batı Türkistan’a saldırıp yakıp yıkması sıralarında olmalıdır. Özellikle Türkler üzerine yoğun kaskılar 1220-1225 arasındadır. Eğer, Hacı Bektaş’ın ailesi Moğol baskısından Anadolu’ya göçen Türklerden ise, bu göç olayının 1220 dolayında olması kuvvetle muhtemel. Hacı Bektaş Veli, bu sırada 11-12 yaşlarında bir çocuk olmalıdır.

Bizce, Hacı Bektaş Veli, Babalılar Ayaklanması’ndan ortalama 20 yıl önce Anadolu’ya gelmiş; ailesinin saygınlığı, kendisinin parlak zekası önemli bir kitle tarafından tanınıp tutulmasını sağlamıştır.

Gerek Aşıpaşazade Tarihi’nde, gerekse Menakıbül Kudsiyye’de; Hacı Bektaş’ın, Babalılar ayaklanmasına katılmadığı vurgulanır. Bu durum da, Hacı Bektaş’ın, devletin takibinden kurtulmak isteyen kitleler için bir sığınak haline gelmesi sonucunu doğurduğunu söyliyebiliriz. Zaten, bir diplamat inceliğiyle Alevi kitleleri kendisine bağlaması; Hacı Bektaş Veli’nin yanlız bir düşünür değil politikacı olduğunu da ortaya koymaktadır.

Şimdiye değin kesin bir belgebulunmamasına karşin; Hacı Bektaş Veli’nin, karamanoğulları hareketinin bilgi dokusunu dokuduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir. Özellikle, 1277 yılında, Karamanoğlu Mehmet Bey’in “ayağı çarıklı, başı kızıl külahlı” Alevi Türkmenlerinin başında Konya’yı ele geçirmesi ve burada yayınladığı ferman önemlidir. Bu fermanda, “Bundan sonra; devlet dairelerinde, evlerde, sokaklarda dinsel mekanlarda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır. Aksi hareket edenler, idam olunacaktır.” Denilmesi çok anlamlıdır.

Selçuklu yönetiminin resmi dil olarak Farsça’yı seçmesine bir tepki olan bu istek; Alevi kitlelerin tavrını yansıtıyordu. Yunus Emre’nin, şiirlerini Mevlana gibi Farsça değil de Türkçe yazması, Alevi yaklaşımının sonucudur... Alevilikte Türkçe’nin eğemenliği, Aleviliği benimseyen başka ulusların da en azından ibadet dili olarak Türkçe’yi kullanmalarını gündeme getirmiştir. Bunun en somut örneği Arnavut Bektaşilerinden ve Kürt Alevilerinde görülür.

4- Hacı Bektaş veli’nin, Hoca Ahmet Yesevi dervişi olduğu yaygın bir kanıdır. Buradan yola çıkılarak Hacı Bektaş Veli’nin Sünni olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Hemen belirtelim ki, daha Hoca Ahmet Yesevi’nin Sünni olduğu iddiası doğru değildir.

a) Nakşibendi tarikatının bu yoldan çıkmış olması, Yeseviliğin Sünniliğini göstermez. Bazı kaynaklar; Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hz.Ali’nin oğlu Muhammed Hanefi soyundan olduğunu yazarlar. Böylece, dolaylı olarak Ahmet Yesevi’nin Alevilikle bağlantısı kurulur. Bunun üzerinde önemle durmak gerekir. Hoca Ahmet Yesevi’yi ana yönünden Ebu Bekir’e bağlamak da Sünnilik kanıtı değildir.

Anadolu Aleviliği geleneği ise Hoca Ahmed-i Yesevi’yi Imam Bakır’ın soyundan geldiğini kabul eder. Bu geleneğin doğruluğu saptanabilmiş değilse de kitleler kabul etmiş bulunuyor.

b) Hoca Ahmet Yesevi adına görülen hikmet tarzı şiirlerin birçoğunun daha sonradan yazılmış olduğu bir gerçektir. Hoca Ahmet Yesevi’yi Sünni bir Nakşibendi gibi gösteren bu şiirler, nakşibendiler tarafından biçimlendirilmiştir. Bu nedenle, sonradan değiştirilen metinlere bakarak Yeseviliği koyu Sünnilik olarak göstermek de doğru değildir.

Kızıl Imameli Veli
13. yüzyıldaki Anadolu Alevi Türkmenlerinin başlarına kızıl külah geçirip savaşlara öyle katıldıklarını kaynaklar ortaklaşa belirtiyor. Velayetname’de ki yerde de Hacı Bektaş’ın başına kızıl renkli imame sardığı yazılıdır. Bu çok önemli kayıt; Hacı Bektaş Veli’nin açık açık tavır takındığını ve Hz.Ali yolunda bir Alevi olduğunu ortaya kor.

Osmanlılar zamanında, Sünni akımınetkisiyle kızıl külahlılar, bayaza çevrilecektir.

 

Hacı Bektaş Veli’ye; Horasan ve Iran’daki Alevilere yönelik iftiraların atılmak istendiği de kaynaklardan açık açık anlaşılıyor. Hacı Bektaş’ın sünnetsiz olduğu ve bunun gibi daha nice dedikoduların yayılmak istenmesi bunun kanıtıdır... Bu söylentiler; Sünni kesimin onu kötülemek için çaba gösterdiğini ve bunun da Hacı Bektaş’ın Alevi olduğunu gösterir.

En önemli kanıtlardan birisi de, Hacı Bektaş’ın doğduğu zaman söylediği varsayılan kelime-i şahadette geçen “Ali’yyün Veliyyullah” ibaresidir. Velayetname’de yer alan bu söz, Alevi felsefe ve inancının temel taşıdır ve Hacı Bektaş’ın Aleviliğinin en sağlam kanıtlarındandır.

 

Hacı Bektaş Veli’nin, elinde kılıç kafir ülkelerine savaşa çıkan birisi gibi gösterilmesi olayı tamamen yanlıştır. Onun düşüncesinde, insana kıymak büyük bir günahtır. Cihat veya gaza denilen savaş ise, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaştır.

Hacı Bektaş’ın kılıcı da batın kılıcıdır. Bu kılıç görünmez... Kişinin bilgisini ve sağlam kişiliğini dile getirir. Maddi kılıcın keskinliği ve gücü, bu batın kılıcının yanında hiç kalır... batın kılıcının sahipleri ise ancak batın bilgisi ile (hakikat bilgisi ile) dolu olan insanlardır.

Yeseviliğin Özellikleri
Günümüzde, Türk kültürü üzerine  yazılan kitaplarda, Yeseviliğin Sünni nitelikli bir yol olduğu söylenir.

 

Hoca Ahmet Yesevi’nin Sünni olduğu, Yeseviliğin, Sünni karekterli bir tarikat olduğu, Prof. Mehmet Fuat Köprülü’nün, Türk Edebiyatındaki Ilk Mutasavvıflar adlı kitabındaki görüşlere dayanır. 1918 yılında, 28 yaşında bir genç iken yazdığı kitaptaki bu konudaki görüşlerinin yanlışlığını Prof. Köprülü daha sonra kabul etmişti. V. Barthold’un ‘Islam Medeniyeti Tarihi’ne yazdığı izahlarda 187. sayfadan itibaren şunları söylüyor Köprülü:

“Burada, Yesevi’ye tarikatinin hakiki mahiyeti ve karekteri hakkındaki eski görüşlerimi düzelmek için icab ettiğini söylemeliyim: iptida, Yesevilikten çıkan ve Maveraünnehir’in 15.-16. asırlardaki mutaassıp mühütinin tesirini taşıyan Nakşibendi tarikatına mensup müellifler (yazarlar), büyük pirleri Ahmet Yesevi hakkında birtakım şeyler yazmışlardır ki, ona ait eski kaynaklar bunlardır. Bu müellifler, Yeseviliğin ilk şeklini ve Ahmet Yesevi’nin hakiki şahsiyetini tarihi realiteye uygun olarak tavsir etmemişler, kendi arzu ve temayüllerine göre, hakikati tamamiyle değiştirmişlerdir, Yeseviliğin ilk yayıldığı göçebe Türk Muhitlerinin icapları ve din değiştirme psikolojisinin umumi kaideleri göz önüne getirilince, buna imkan olmadığı anlaşılır. Esasen, bu sonraki Nakşibendi müelliflerinin bütün tariflerine rağmen, Yeseviliğin göçebe Türk muhitlerine intibak ettiği eski Türk paganizminden birçok şeyler aldığı ve ayinlerinde -göçebe örfüne uygun olarak- kadınlarla erkeklerin beraber bulunduğu, eski Şamani ayinlerinde olduğu gibi, müsiki, şiir ve extatique (vecdli) raksların ihmal edilmediği, onların yazılarından dahi istidlal edilebiliyor. Esasen, Türklerin eski dini ananelerine bu suretle tetabuk etmese, Yesevilik halk arasında böyle süratle yayılmaz ve Islamlaştırma rolünü asla oynayamazdı. (.....)

Türk kültür tarihinde çok büyük ehemmiyeti olan Hoca Ahmed Yesevi hakkında, Islam Ansiklopedisi’nin Türkçe neşrinde çıkmış olan yazımı buraya ilave etmeyi zaruri gördüm:

Ahmet Yesevi
Ahmet Yesevi (? - 1166), sufi şair ve tarikat müessisi sıfatı ile, Türklerin manevi hayatı üzerinde asırlarca tesiri görülmüş büyük bir şahsiyettir. (...)

1- Tarihi şahsiyeti: Ahmet Yesevi, hecegan  silsilesine mensup olduğu cihetle, buna Hace Ahmed Yasevi de derler. (...)

Ahmet, XI. Asrın ikinci yarısında, Garbi Türkistan’da (şimdiki Çikmet şehrinin biraz şarkında) Sayram Kasabası’nda doğdu. Ibrahim adlı bir şeyhin olan oğlu Ahmed, yedi yaşında babasını kaybetti ve ablası ile beraber-sonradan Türkistan adını almış olan-Yesi şehrine gelerek, oraya yerleşti. Şehirde, o sırada Arslan Baba adlı meşhur bir Türk şeyhinin temsil ettiği bir tasavvuf ananesi mevcuttu. Ahmed, ilk tahsil yıllarını burada geçirdikten sonra, Maveraünnehr’in büyük Islam merkezi olan Buhara’ya geldi. Ahmet, Buhara’da devrin en ileri gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani’ye (1048-1140) intisap ederek onun şiddetli nüfuzu altında kaldı ve onunla beraber birçok yerleri gezdi. Şeyhenin büyük teveccühhünü kazanarak, onun üçüncü halifesi olöan Ahmed, ilk iki halifeden sonra, 1160’da Buhara’da şeyhin postuna geçti; fakat onun eski bir işareti mucibinde, biraz sonra Yesi’ye döndü ve ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptı. (....)

Ahmed Yesevi’nin Ibrahim adlı bir oğlu olmuş ise de, daha babası hayatta iken ölmüştür; son zamanlara gelinceye kadar kendilerini Ahmed Yesevi sülalesinden sayan birçok kimselerin nesebi ise, onun Gevher Şehnaz adlı kızına erişir. (....)

2- Tasavvufi Hüviyeti ve Tesiri: Biraz aşağıda edebi hüviyetinden bahsederken görüleceği gibi, bugün elimizde Ahmed Yesevi tarafından yazıldığı muhakak hiçbir eser mevcut değildir. Ölümünden asırlarca sonra yazılmış muhtelif tasavvuf kitaplarında, yahut menakıb mecmualarında ona isnat edilen bazı sözler, bazı hareketler, birtakım menkabeler, doğru bir fikir verebilmekten çok  uzaktır. Esasen bu eserlerden birçoğunun Orta Asya’da kuvvetli Nakşibendiye tarikatının kuruluşundan ve XV. Asırda Osmanlı Imparatorluğu memleketlerine yayılışından sonra vücuda geldiği düşünülecek olursa, bunların, Ahmet Yesevi’yi tamamen nakşibendi görüşüne göre tasvir ettikleri kolayca anlaşılır. Maveraünnehr’in büyük Islam merkezlerinde Sünni Iran kültürünün Türk-Moğol paganizmine  karşı bir aksülameli mahiyetinde olan Nakşibendilik, bu kültür tesiri altındaki Türkleri de kolayca nüfuzu dairesine almak için, Yesevilikle bazı bağlar tesisine çalışmış olmalıdır. Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar’ı yazarken, gerek Ahmed Yesevi’nin sufiyane şahsiyetini, gerek Yesevi tarikatının hüviyetini, tamamiyle Nakşibendi kaynaklarının gösterdiği şekilde tasvir etmiştim; halbuki, Babai, hayderi, Bektaşi ananelerinin Ahmed Yesevi hakkındaki rivayetleri, şüphesiz, tarihi hakikate daha yakındır. İlk mutasavvıflar’ın neşrinden sonra Bektaşiliğin menşeleri hakkında yaptığım araştırmalar ve elde ettiğim yeni vesikalar, onun tasavvufi şahsiyeti ve Yeseviye tarikatının ilk asırlardaki hususi hareketi hakkında yeni fikirler verdi ki, Türkler arasında bunlar, Ilk Mutasavvıflar’dakinden tamamiyle farklıdır.

Yusuf Hemedanı halifelerinden olan Ahmed Yesevi’nin bir taraftan Horasan melamiyesinin diğer taraftan Şarki Türkistan ve Seyhun çevresindeki Şii cereyanlarının tesiri altında kalıp, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu tahmin edilebilir (....) Nakşibendi ananelerinde bile, Ahmed Yesevi’nin zikir meclislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada bulundukları hakkında rivayetler vardır ki, Türk göçebe hayatının bir zaruretidir. Yine Nakşibendi kaynakları, eski  Yesevi ananelerinde, sığır kurbanı, muhtelif şekillere girip uçmak, münafıkları hayvan şekline koymak gibi, kısmen Türk paganizminden ve kısmen Budizmden  geldiğini bildiğimiz unsurların mevcudiyetini saklayamamaktadır. Bütün bunlar ile beraber, Yesevi tarikatındaki zikir tarzının da tamamiyle Türk Paganizminden alındığını vaktiyle izah etmiştim.

Dersim’deki Kızılbaş Kürt aşiretlerinden mühim bir kısmının, bugün bile, Ahmed Yesevi’ye mensup olduklarını iddia etmeleri, Yesevi propagandasının vaktiyle Anadolu’da ne kadar mühim bir rol oynadığını izaha kafidir. (Vakit gazetesi 1925, 20 Haziran). (....)

3- Ebedi Hüviyeti ve Tesiri: Ahmed Yesevi’nin Türkler arasında tasavvuf esaslarını yaymak için, hece vezni ileTürkçe ve halk edebiyatı şekillerine uygun manzumeler yazdığı malumdur. Diğer şiirlerden ayırmak için, XV.-XVI. asırlardan beri hikmet adı verilen bu manzumeler bir araya toplanarak Divan-i Hikmet isimli şiir mecmuası vücude getirilmiştir ki, Yesevi ve Nakşibendi ananeleri bunu doğrudan doğruya Ahmed Yesevi’ye insad etmektedirler; halbuki bugün elde bulunan yazma ve basma Divan-i Hikmet nüshaları en sathi bir tarzda tekik edilince, bu manzumelerin muhtelif Yesevi dervişlerine ait olduğu derhal anlaşılır. Divan-i Hikmet’in eski bir nüshasını şimdiye kadar mümkün olmamıştır. Herhalde, şimdiye kadar XVII. Asırda evvele ait bir nüshanın malum olmadığını emniyetle söyliyebiliriz.”

Dikkat edilecek olursa, bu yazısında Prof. Köprülü, Ahmed Yesevi’yi hiç de Sünni göstermiyor. Onun Sünni görüntüsünün 15. ve 16. yüzyıllarda, Nakşibendiler yaratıldığını açıkça vurguluyor. Ahmed Yesevi’nin kişiliğinin ve görüşlerinin asıl Bektaşi geleneğinde anlatılana uyduğunu belirtiyor. Bugün, Ahmed Yesevi’nin olduğu söylenen Hikmet adı verilen şiirlerin hiçbirisinin onun olduğunun kanıtlanmadığını vurgulayan Köprülü, bu şiirlerinin Nakşibendi dervişlerinin eseri olduğunu da dolaylı olarak söylüyor.

Hacı Bektaş Veli’nin Yunus Emre’ye etkisi
Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli’nin daha önce dile getirdiği düşünceleri şiirle halka sunmuştur. Yunus, bir Alevi’dir; hatta ona, Alevi propagandacısıdır bile diyebiliriz.

Bunu kanıtlamak için, Hacı Bektaş Veli’nin iki kitabında alıntı yapacağız. Böylece hem Alevi düşüncesinin bazı özeliklerini, hem de Yunus Emre’nin düşünce yapısını açığa çıkaracağız.

Mekalat’tan Alıntılar
Hacı Bektaş veli’nin Makalat adlı kitabı, 700 yıl öncesinin Alevi felsefesiyle yazılmıştır.

Hacı Bektaş veli yetiştirmelerinden Sait Emre’nin Türkçe’ye çevirdiği bu kitap, Alevi kitlenin, yeni oluşan beyliklerdeki meşrulaşma isteklerini de yansıtır. Bu kitabın, kelime kelime, Hacı Bektaş’ın yazdığı kitabın aynısı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Özelikle, kitabın Molla Saadettin (Sait Emre) tarafından Türkçeleştirilmiş olması, akla bazı sorular getirmektedir. Çünkü, Saadettin, bir türlü medrese kafasından kurtulup da Alevi yolunun inancına bağlanmamaktadır. Bunun ipuçlarını Hacı Bektaş veli Vilayetnamesi’nde açıkça görüyoruz. Saadettin, Vilayetname’de açık açık taşlanır, yobazlıkla suçlanır pişirilmek istenir.

Makalat, bir felsefe eseri olmaktan çok, Alevilere din konusunda bazı bilgiler veren ve özellikle de Alevi düşüncesindeki “Dört Kapı-Kırk makam” kavramını açıklayan bir eserdir. Bir din bilgisi kitabıdır. Yine de Hacı Bektaş felsefesinin ipuçlarını, bu kitapta bile rahatça yakalıyoruz.

 

Şöyle diyor büyük Pir  Hacı Bektaş Veli
® Şunu belirtmek gerek: Kendisini arıtmayan (temizleyemeyen) başkasını hiç arıtamaz. Şeriata göre; dona ve tene (elbiseye ve deriye) murdar şey değse, su ile yuyunca hem ten, hem don  arınır.

 

Bilgelere (ariflere) göre ise su ile ne don, ne ten temizlenir. Çünkü kendi özünü arıtmayınca yumakla, yunan şey temizlenmez.

(Ten temitzliğinin değil yürek (kalbin) temizliğinin temel olduğunu vurgulayan bu görüşler, Aleviliğin temel kavramlarındandır. Hacı Bektaş Veli, burada bilge olarakAlevi büyüklerinden söz eder. Söz konusu Arifler, Alevilik düşüncesine göre düşünen insanlardır. Büyük Pir, takıyye uygulayarak açıkça bunu söylemese de, çıkartılan sonuç; Aleviliğin kesin inançlarından birisidir.)

 

® Ariflerin ibadetleri, tefekkürdür (düşünmektir).

® Soru: Tanrı’ya neyle ulaşa bilirsiniz?

Cevap: (...) Iyiliklerin ve yaptığın iyi işlerle...

® Tanrı’yı kendi özümüzden biliriz; kendi özümüzü Tanrı’dan. Her kim kendini bildi, tanrı’yı bildi, demektir. Kendini bilmeyen Tanrı’yı da bilemez.

(Kendini bilen, Tanrı’yı bilir, ilkesi de Aleviliğe özgü, Alevi yolunun temel ilkelerindendir.)

 

® Bir gün tanrı Arslanı Hz.Ali’ye sordular: “Ya Ali, taptığın Tanrı’yı görüyor musun?” “Görmeseydim, tapar mıydım?” Gerçek müminler, Tanrı’yı her yerde görenlerdir....

® Şeriatın ilk makamı, iman getirmektir. Kişi, iman ten üzredir de dese, can üzredir de dese hata eder. Çünkü iman akıl üzeridir., akılla olur.

 

® Iman akılla olur; akıl sultandır.

 

® Akıl, yeryüzünde Tanrı’nın terazisidir. Yeryüzünde de akıl terazisinden üstün nesne yoktur. Çünkü, iyi nesneyi bilen ve buyuran akıldır.

 

® Tanrı, insana bunca ululuk, bunca aydınlık, bunca keramet, bunca donanım verdiyse, akıl beraketine verdi.

 

® Tanrı; her gün yana yakıla ibadet eden birisini, içinde biraz riya bile olsa bilir, ibadetini bile kabul etmez.

 

® Dünyada her kişi kendi halince bir şeydir. Ama cahil hiçbir şeydir. Başında murassa taç bile olsa yine hayvandır.

 

® Tanrı evrende ne yarattıysa tümü insanda bulunmaktadır; belki insanın özelliği daha fazladır.

 

® Insan, Tanrı’nın yerde ve gökte halifesidir. (Tanrı’nın vekili insandır.)

 

® Kişi, ilim büyüklerini anadan ve atadan daha üstün tutmalıdır.

 

® Gönül, öyle bir şehirdir ki, tanrı maddi ve manevi dünyada ne yarattıysa orada yer almıştır.

 

® Gönül, cennete benzer.

 

® Gönül, Kabe’den daha üstündür, çünkü, gönül, Tanrı’nın nazargahıdır.

 

® Tanrı ile bütün nesneler arasında perde vardır, fakat gönülle Tanrı arasında perde yoktur.

 

® bir bölüm insan dünya malını ister; bunlar sürülere benzer. Bir bölümü ahreti ister; bunları korku yönlendirir. Bir bölümü de Tanrı’yı ister. Tanrı, “Kullarım; beni siteyin, size bulunayım” der.

 

® Soru: Can, ölü müdür, diri midir?

 

® Cevap: Aşıkların tenleri ölür, canları ölmez.

Şerh-i Besmele Adlı Kitabından...
Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu ileri sürülen bu kitabının asıl yazması elimizde yok. Sonradan, bu kitap çoğaltılırken, kopyasına bazı Sünni nitelikli eklemeler yapıldığı anlaşılıyor. Osmanlı Devleti zamanında medrese kültürünün etkisiyle, Alevi geleneğinin kırılıp dağıtılması için bütün ideolojik silahlar kullanılmıştır. Örneğin, ehl-i Beyt’i anlatmak için kullanılan peç-i Ala (Yüce Beşli...) saptırılarak Muhammed, Ali, Ebu Bekir, Osman ve Ömer’i anlatmak için kullanılmıştır. Ebu Bekir, Ömer, Osman teberra (Ehl-i Beyt’i sevmiyeni sevmemek) edilen kişilerdir. Onlar, Alevi inancına göre Ehl-i Beyt’e zarar vermişlerdir. Bu yüzden de sevilmezler.

Bu kişilerin, Anadolu’ya tebella ve teberrayı getiren pir olduğu söylenen Hacı Bektaş Veli tarafından Alevi yolunun başı olan Hz.Ali ile aynı pozisyonda anılmaları, mümkün değildir. Bunlar, o kitaba sonradan eklenmiş bölümlerdir.

Fakat, kitabın genelinde, Hacı Bektaş Veli’nin insancıl çizgisini, sıcak kişiliğini bulma olanağı var. aktaracağımız şu bölümler bunun bir göstergesidir.

“Tanrı, yüce Kitab’ının içinde, kendisine isyan edene  bile nazar kıldı, onları da gördü. Böyle bir köyün, bir kez “La ilahe ilallah” demesinden ötürü, seksen bin yıllık küfrünü bağışladı. O, onları utandırmaz ve de bir köy içlerinden dört yüz bin Tanrılık iddia edenler çıksa bile, bundan sonra peygamber verir ve şöyle der: Katı söyleyen, sert, öfkeli konuşan, benim düşmanımdır. Yumuşak konuşan benim kulluğumu unutsa da, Tanrılığımı unutmasın.

Ve buyurdu:
-Biz, sana her şeyi yetesi kıldık. Senin için türlü besinler verdik. Şimdi kocaldın. Ölümün yaklaştı. Bir kez ‘Kulunum’ demek demek senden. Dört yüz yıllık ömür içindegeçirdiğin küfrü, yüzüne vurmamak da, benden.”

 

“Allah’ın elçisi, şöyle buyurur: Miraç gecesi, dünya hesabıyla altı yüz bin yıllık yol tutarınca Arştan yukarıya çıktım. Bin türlü deniz gördüm, sordum: “Allah’ım bu denizler nedir?”

 

Yüce Tanrı şöyle buyurdu: “Ya Muhammed, o denizler benim rahmet denizlerimdir. Değme bir denizin ululuğu bu dünyanın yetmiş katıncadır. Doğudan batıya kadar bu denizlerden verdim dünyaya. Bu denizlerin bir dalgacığı, hoşluk, iyilik, gül, reyhandır. Her türlü nimet, rahatlıktır. Kafir ve Müslümanların hepsi, o denizlerin bir dalgasındandır.”

“Yüce Tanrı buyurur: Ya Muhammed, ümmetine söyle. Nasıl yıldızlar akşamdan doğar, ertesi güne kadar uyumazsa, onlar da, akşamdan ertesi güne kadar kullukla meşgul olsunlar. Eğer bunu yapmazlarsa Ay gibi, günün bir vaktini kullukla geçirsinler. Eğer onu da yapmazlarsa Güneş gibi, rahat içinde olsunlar. Gündüzün bana kulluk etsinler. Eğer onu da yapmazlarsa, ben kerem sahibinden, en büyük bağışlayıcıdan, ben Rahman ve Rahim’den af dilesinler. Bismillahirrahmanirrahim desinler. Allah dedikleri vakit, ne kadar yaşam sürmüşlerse bu yaşamlarını hep Tanrı kulluğu ile geçirmişler gibi kabul ederim. Rahman dediklerinde, onlara, nice kulluk etmiş olanlara verdiklerimden veririm. Rahim demelerinden ötürü de, onlara, gündüzün oruç tutmuşların ve gazilik yapmış  olanların sevabından veririm.”

“Hürün maksuratün filhıyami”. Bunun anlamı; Cennette de od, amber, tütsü olacaktır. Ateş yoktur. Öyleyse nasıl tütsü olacaktır? Yanıtı şudur: Yukarıdan Arş’ın, Allah katının nuru, aşağıdan ferşin yani Tanrı lütfü olan döşeğin nuru gelecek, onların arasında od ve amber yayılacak, ateşe gereksinme kalmayacak. Nitekim insanların büyük günahları var. onlar için aşağıdan marifet nuru, yukarıdan tecellinin nuru dolacaktır. Marifet ile tecelli nuru arasında inananların bütün günahları mahvolacak ki, bununiçin de hiç ateşe hacet kalmayacak.

Özetle diyor ki: Kafir ile Müslüman bir damladandır. İnsanlar ateşte yanmıyacaktır. O ateş, bilgi ve inanç ışığıdır. Bütün günahların affı için gönülden bir duyuş yeter.

Büyük Pir’in bu görüşlerini ele alan Yunus Emre, onları geliştirerek şiirleştirmiştir. Şu örneklerde, bunlardan bazılarını görebiliriz:

Yunus Emre; Hac olayına şöyle bakıyor:
Çalış, kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Bin Kabe’den yeğrektir
Bir gönül ziyareti.

(....)

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet bile
Elin, yüzün yumaz değil

(....)

Yunus Emre der Hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
bir gönüle girmektir.

(....)

 

Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
            Yunus Emre

Görüldüğü gibi, Yunus Emre, Hac için Mekke’ye gitmenin şart olmadığını, eğer bir insan gönül kırar, insanları darıltırsa, onun hacca gitmesinin boş olduğunu, insanları memnun etmenin Hac’dan daha üstün olduğunu açık açık dile getirir. Yunus’a göre, Hac insanın gönlüdür. “Benim Kabem insandır” fikri buradan kaynaklanır.

Namaz - Oruç
Ben oruç, namaz için
Süci içtim esridim
Tesbih, seccade için
Dilerim şeşte, kopuz.

Yunus, burada: “Beni, oruç ve namaz yerine şarap içip sarhoş oldum.

Tanrı’ya anış ve secde için ise çalgı dinlerim” diyor, Yunus Emre açık biçimde şeriatçı ibadet anlayışına karşı çıkmaktadır. Çünkü o, dinin dış yüzüyle değil, özüyle ilgilenmektedir.

 

Bir başka şiirinde şöyle anlatır:
“Aşk, imandır bize gönül cemaat
Dost yüzü kıbledir, daimdir salat”

 

Yunus bu şiirde, her işlerinin namaz kılmak derecesinde olduğunu vurgular ve şeriatı kabul etmez, onu geride kalan bir nokta sayar. Şöyle der:

“Dost yüzün göricek şirk yağmalandı
Onunçün kapıda kaldı şeriat.”

Kendi konumunu anlatırken de yine,
“şeriat ehli ırak, eremez bu menzile” diyerek kendisini onlardan ayırır.

Yunus Emre, dinin şekilci halinden kendisini ayrı sayar. İnancı, derinlere, içe yöneliktir. Giderek bütün inanç ayrımlarına karşı çıkar ve der ki:

“Puthane ve Şaraphane
Mescit oldu gerçek cana
Buna karşı çıkan şeriat yandaşlarıyla da savaşıma hazırdır.

Şeria oğlanları,
Nice yol keser bana
Hakikat denizinde
Bahri oldum yüzerim.

Şeriatçılar bilgisizlikle suçlar ve önemli bir saptama yapar: “Hakikatin kafiri, şerrin evliyasıdır.”

Bu söz, şeriatın evliya gördüklerinin, gerçekte kafir oldukları biçiminde de yorumlanabilir. Hakikat basamağında kafir sayılanların, gerçekte şeriatta evliya sayılanlarla aynı olduğu sonucu da çıkar. Her iki halde de, Yunus’un görüşleri, Sünni anlayışla asla bağdaşmaz.

Yine şöyle diyor:
“Oruç namaz, gusül, hac
Hicabdır aşıklara
Aşık ondan münezzeh
Hassülhavas içinde”

Yunus; “Gayridir her milletten bu bizim milletimiz” diyerek kendi yandaşlarını da açıkca ayırır. Sonra şöyle devam eder:

Zahir saya banmadan
El, ayak deprenmeden
Baş secdeye inmeden
Kılınır namazımız.

Ne Kabe ve ne mescit
Ne rüku ve ne sücut
Hak ile daim becit
Olur, münacatımız.

Yunus’a da “Namaz kılmıyor” diye suçlamalar yönetildiği anlaşılıyor. Cevabı ise şudur:
“Abdestimiz, namazımız
Doğruluktur taatımız”

Yunus’a göre, Alevilerin abdesti de, namazı da doğruluktur.

Yunus, tanrı’ya da şöyle seslenir:
“Cennet cennet dedikleri
Bir ev ile birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni.”

Tanrı’ya ulaşmanın çoşkusu içindeki Yunus, makam-ı naz denilen Tanrı’ya nazlanma makamındadır. Bu makamda iken, cennet-cehennem kavramlarıda geride bırakmıştır. Tanrı’nın, Sırat Köprüsü yaratıp kullarını üzerinden geçireceğini kabul etmez Yunus. “Kıl gibi köprüden Adem mi geçer?” diyerek bu anlayışı neredeyse alaya alır. Yunus, insanların imanı ile küfrü ile uğraşmaya da karşıdır. Dünyadaki aşkı, cennetteki Kevser’e tercih eder. Bu tür çoşkunluk şiirlerine edebiyatta “Şatıh” veya “Şathiyye” de denilir.

Yunus’ta, en önemli düşüncelerinden biri de, Hacı Bektaş Veli’nin belirtiği gibi, insanın kendisini bilmesidir.

“Ilim, ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.”

Yunus Emre, okuyup belirli yerlere gelenlere de, en önemli olgunun insanın kendisini bilmesi olduğunu söylüyor. Bütün bu düşünceler, Alevi felsefesinin parçasıdır...

Yunus, hocalara ve o devrin danişmend denilen medrese öğretmenlerine de karşıdır.

O, üç buçuk kelime okumakla alim olunmayacağını, medreselerde gerçek bilginin verilmediğini söyler. Böylece dönemindeki resmi eğitimi de eleştirir.

İnsan kendisini tanımasını esas alan Yunus, kendisini bilmeyen insanın bir hayvandan farklı olmadığını söyler.

 

Bilgisizliğe ve cehalete Hacı Bektaş gibi şiddetle karşıdır Yunus. Bir yerde:

“Eksik olman ehillerden
Kaçagörün cahillerden” der...

Başka yerde;
“Cahil gönlü taştan beter

Cahil gelmez gelir değil” diyerek bilgisizliğe karşı çıkar. Yunus, hocalara ve medrese bilginlerine karşıdır.

“Peygamber yerine geçen hocalar bu halkın başına zahmetli oldu” diyerek, onları da cahiller katrına sokar. Gerçek bilgiyi kendi yolunda görür...

Yunus nasıl bir ilim istiyor? Şöyle der: “Ilim, sen görünüşünü okuyor, görünüşünü biliyorsun. Sen, canının iç gözünü (batın gözünü) aç. Yoksa, yüzyıl okusan, yedi Mushaf yutsan, basit tapınmadan başka şey bilemezsin.” Bu sözler, Yunusun batın bilgisine  bağlı olduğunu açıkça gösterir. (bkz: Batınilik)

Yunus Emre’de Hz.Ali Sevgisi
Şiirlerinde açıkça anlaşıldığı gibi Yunus Emre, Batıni (Alevi) düşüncelerle yoğrulmuş bir ozandı. Gerçekte Yunus Emre, şiiri, düşüncelerini yaymak ve açıklamak için propaganda malzemesi olarak kullandı. Görüşlerine o denli yürekten ve sağlamca bağlıydı ki, bu çoşku; en güzel şiirler haline geldi.

Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli’nin düşüncelerini şiire dökerken, Aleviliğin manevi lideri kabul edilen Hz.Ali’yi de sevgiyle, saygıyla anar.

Bu saygı ve sevgi, sıradan bir Müslüman’ın Hz.Ali’ye duyduğu sevgiden de ötedir.

Yunus Emre, Anadolu’daki Alevi felsefesinintemeli olan Alevi söylencelerini, olduğu gibi almış, şiirlerinde sembol olarak kullanmıştır. Bu durum, Yunus’un gerçek bir Alevi olduğunu kanıtlamaya yeter...

 

Örneğin, Yunus bir şiirindeşöyle der:

“Sabr ile kanaati
Verip idim bunlara
Kırk kişi bir gömlekten
Başın çıkaran benim

O kırklar’dan birine
Eşter çaldım idi
Kırkından kan akıtıp
İbret gösteren benim”

Yunus’un bu şiirinde anlattığı olay, Kırklar Meclisi’dir. Aleviliğe özgü çok meşhur ve temel kavramlardan birisidir. (Bölümüne bak.)

 

Yunus Emre’nin Alevi geleneğine göre yazılmış bir başka şiiri de şöyle:

Yetmiş bin yıl önceden
Yarattı Muhammed’i
Kendisi aşık oldu
Bahane bir yıldızdan

O yıldız ki var idi
Nerdeyse Adem canı
Ya bunca peygamberler
Anlamadım ağızdan

Burada Yunus’un değindiği Alevi söylencesi, Muhammed ile Ali’nin aynı ışıktan yaratıldığına ilişkindir ve çok bilinir. (Bölüm: Erkan...)

 

Yunus Emre, bir başka şiirinde, bu Alevi inancını şöyle anlatır:

O ki beni beklerdi
Her nerdeysem saklardı
Aşk urganı ucundaki
Kandildeki candaydım

Yine bir şiirinde:
Arşta idi seyranımız
Nurdan idi seyvanımız
Onda bu bizim canımız
Mustafa canında idi.

Alevi inanışına göre, Peygamber ile Hz.Ali aynı ışıktan yaratılmıştır. Yunus da bunu yineliyor.

Yunus bir şiirinde Ehl-i Beyt’en söz eder:
“Tanrı arslanı Ali
Sağında Muhammed’in
Hasan ile Hüseyin
Solunda Muhammed’in”

Bir başka şiirinde Yunus, Hz.Ali’yi överken, bilinmezleri ancak onun çözeceğini söyleyerek, Hz.Ali’yi herlesten üste çıkartır. Yani bilgi şehrinin kapısı olarak onu görmüştür.

Yürü var ebsem ol sen
Ne simsarlık satarsın
Ali gibi er gerek
İş bu sırra eresi....

Söz konusu sır, hakikat basamağıdır. Onun bilgisi ise velayetle ortaya çıkar. Hz.Aliise velidir. Bu bilgiyi taşır.

Muhammed Ali sevgiyi Yunus’ta bütün sevgilerden üstündür.
“Muhammed’i yarattı
Mahluka şefkatinden
Hem Ali’yi yarattı
Müminlere fazlıdan”

Bu benzeri şiirlerden, Yunus Emre’nin Alevi olmanın ötesinde, Alevi dedesi olabileceği gerçeği ortaya çıkıyor. Hacı Bektaş Veli nefesini Taptuk, Emre aracılığıyla alması, onun dede icazeti aldığının işareti sayılabilir. Zaten bir şiirinde kendisinden dede diye söz etmesi bunu kanıtlıyor:

“Yunus Dede’m aşklıdır
Eksiklidir, miskindir
Her kim yemez mahrumdur
Hanını Muhammed’in”

Alevi inancının temeli olan dört kapı kırk makam inancı, Yunus’ta aynen dile getirilir.

“Dört kapıdır, kırk makam
Yüz altmış menzili var
Ona erene açılır
Velilik derecesi”

Yunus Emre’de tasavvuf düşüncesi, Alevi inancına bağlı olarak yürür. Bu nedenle Yunus Emre, Sünni karekterli mutasavvıflardan ayrılır. Onda temel olan, Alevilik inancı ve felsefesidir.

 

Yunus’u Tahrip
Yunus Emre’nin Divan’ına, daha sonradan, onun olmayan bazı şiirlerin, “Yunus” mahlası ile sokulduğu anlaşılıyor. Yunus Emre’yi koyu Sünni gösteren bu şiirler, eski Yunus Divanlarında bulunmaz. Bu durumda, “Çıkmış Islam bülbülleri, öter Allah Allah deyu!” biçimindeki şiirlerin sahte olduğu ortaya çıkar.

Yunus Emre’yi Sünni göstermek gayretindeki Nakşibendiler’in ve öbür Sünni tarikatların eseri olan bu şiirler, ne yazık ki daha sonra bazı yazmalarda Yunus adına kaydedilmiş ve “sahte Yunus”ların gerçek Yunus gibi görünmelerine yol açmıştır.

Bugün bazı antolojilerde bile gördüğümüz bu sahte Yunus şiirleri, çoğu insanı Yunus’un dünya görüşü hakkında kuşkuya düşürerek tahribatını sürdürmektedir.

Yunus’un şiirlerinin genel havasına uymayan, onun felsefesine ters düşen sahte Yunus sayısının 7’yi bulduğu sanılmaktadır. Bunlar Yunus Emre’nin ününden etkilenen, basit taklitçilerdir.

Unutmamalı ki, Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri, bir ev ile birkaç  huri/Isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” şiiri 16. yüzyılda Şeyhülislam Ebusuud Efendi tarafından “tam kafirlik” belgesi sayılmış, bu şiiri okuyanların katledilmesi için fetva verilmiştir. Bu konudaki ayrıntılar fetvalar, “semah” maddesinde verildi.

Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı

Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...